Risale-i Nur’da Hârika Bir Tedaî ve Tezat San’atı Vardır
Risale-i Nur, tedaî (çağrışım) yönü ile de bir hârikadır. Bir taraftan mütecanis hakikat ve deliller birbirine kuvvet verip, biri diğerini takviye ederken, diğer taraftan bahsettiği fikrin zıddını da hayale getirir. Birbirleriyle tezad teşkil eden fikirleri tahayyül, tasavvur ve taakkul dairelerinde tahlil ettirir. Neticede matlub olan fikir süzülüp ortaya çıkar. Meselâ; saadet ve sururun yalnız ve yalnız iman ve İslâm dairesinde olduğunu izah ederken, iman ve hidâyetteki güzelliği, ince ifade ve lâtif ibarelerle o kadar mükemmel isbat eder ki, ruh ve akılları, gönül ve hissiyatları, bu hakikatin cazibesine hahişkâr kılar, istidatları ateşlendirip, şevk ve gayretleri coşturur. İmanın zıddı olan materyalist fikirlere karşı da, tedaî ve tezad san’atı ile aynı beyân içerisinde şiddetli bir nefret uyandırır.
Risale-i Nur, ifade ve ibarelerin ipleriyle, mantık tezgâhında hakikatleri binbir çiçekli bir halı gibi dokurken, bâtıl zihinleri, menfî fikirleri de hallaç pamuğu gibi paramparça eder, dağıtır. Bu hakikate
Nurlardan iki misâl:
“Nasıl ki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lâfız mânâya bakar, ona göre nûrlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lâfızdır, bir surettir, âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyye’ye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlarının ve mânâlarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esmâ-i İlâhiyye’den feyz alırlar ve onların bir nev’i gölgeleridir.” (Şualar, Dördüncü Şua)
“Bir şey zatî olsa, onun zıddı o zâta arız olamaz. Çünkü: ‘İçtimaü’z-zıddeyn’ olur, o da muhaldir. İşte bu sırra binâen, madem kudret-i İlâhiyye zâtiyedir ve zât-ı akdesin lâzım-ı zarurisidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz o Zât-ı Kadir’e arız olması mümkün olmaz. Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ: Ziyanın -kavi ve zaif gibi- mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin -ziyade ve aşağı- dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin -şiddet ve noksan- miktarları, mukavemetin karışması ve mümanaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, bir tek şey gibi icad eder.”(Şualar, Yedinci Şua)
Risale-i Nur bazen bir cümle ile çok hakikatlere kapı açar. Meselâ,“Âlem güzeldir” cümlesinden şu hakikatları çıkarır:
“Âlem güzeldir, demek Sâni hakimdir, abes yaratmaz, israf etmez, istidâdatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı daima tekmil edecek, ciğer-şikâf ve tahammülsüz ve emel öldürücü bütün kemâlâtı zir ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saâdet-i ebediye olacaktır.”
Bu ifadelerde, hakikatin muhtelif şube ve kısımlarını âdeta parmağını üzerine basarak gösterir. Şöyle ki, Âlemin güzelliğinden ustanın hakîm olduğuna, hakîm olan ustanın abes ile iştigal ve israf etmeyeceğine intikal ettirir. Madem abes yaratmaz, israf etmez öyle ise kâinatın en mükemmel cevheri olan insanı yokluğa, hiçliğe atmaz, toprağa gömerek israf etmez. Öyleyse insan ebede namzeddir. O halde saâdet-i ebediye olacaktır.
Risale-i Nur, eşsiz istidlal gücü, misilsiz hüccet ve bürhanlarıyla metin kalbli, bükülmez bilekli bir mücahid olarak, Kur’an’a ve imana dinsizlik nâmına tecavüz eden zındıkların burnunu, cebbar hodfuruşların da belini kırmış, onların attıkları şüphe ve inkârları kökünden kazımış, küfr-ü mutlakı mahvetmiştir.
Risale-i Nur, dağlar gibi tecessüm etmiş dalâlet ve küfür yığınlarının tepesine inen müthiş bir manevî şimşektir. O, üflemekle söndürülmeyen bir nurdur. Bu nûr, zulmanî ve huffaş zihinleri yerle bir etmiştir ve ediyor.