Çam Dağı’nı Uzaktan Seyrettik
Sıddık Süleyman ve Bahri Amca’yla birlikte, Üstad’ın, oturup kalktığı yerleri ziyaret etmek üzere medreseden çıktık. Barla’nın uzun derelerini, yeşil çimenli tepelerini, yüksek dağlarını gezdik. Nihayet bir yüksek tepenin üzerinde oturduk. Şimdi, Barla’ya kuşbakışı bakıyorduk, Ben, dağlara, bağlara, mavi gökyüzüne, uzaktaki Eğridir Gölü’ne nazar ederken, Üstad’ın buralara müteveccihen vaktiyle yapmış olduğu o umman-misal tefekkür hazinesinin izlerini, özlerini, serpintilerini yakalamaya, tutmaya çalışıyordum. Etrafı hududsuz bir şevk-i ruhanî ile temaşa ettim. İçimde kabarıp coşan his ve heyecanımı teskin için zaman zaman onlara birtakım sorular sordum.
Her tarafıyla bir menba-ı nûr olan Barla, bizlere doyulmaz bir sürür havası bahşediyordu. Yukarıdan aşağılara doğru arklardan aşk ve şevk ile akıp giden ırmakları, ince sesli suları, Üstad’ımız kimbilir nasıl bir halet içinde dinliyordu. Bu suların seslerine kumru nağmeleri ayrı bir ahenk katıyor ve tatlılık veriyordu. Bu halâvet içinde sanki yeni bir hayat ve taze bir feyze nail olmakta idim. Ve kendi kendime şöyle diyordum: “Üstad’ın dua ve niyazları ile şu kuş ve su sesleri kimbilir nasıl kucaklaşıyor ve dergâh-ı İlâhiye’ye nasıl vâsıl oluyordur.”
İhtişamiyle arz-ı endam eden Çam Dağı’nı uzaktan seyrettik. Kendi kendime:
“Ey aziz Üstad’ım, diyordum. “Acaba, hep yükseklerde, zirvelerde, dağların tepesinde dolaşmakla gökyüzüne doğru uzanmanın yollarını mı arıyordun? Bağlarda, nehirlerde, binbir renkli çiçeklerle müzeyyen zeminde, dağlar, denizlerde, hâsılı bütün zemin yüzünde esrar-ı İlâhiye’yi temaşadan sonra tefekkürünü zenginleştirmek için şayân-ı dikkat olan asumana yükselmek mi istiyordun? Mele-i âlâya uruç ile ondaki İlâhî manzaraları seyredip, Risale-i Nur’da derlediğin hakikatleri sayfa sayfa o ulvî âlemin sakinlerine de mi okutmak istiyordun? O payansız semalarla, onlardaki yıldızlara, burçlara, galaksilere konup kalkmak, onlardan Hâlık’ını sormak ve oralarda tecelli eden Cemâl-i Ezelî’yi, Celâl-i Lâyezâli’yi ve Kemâl-i İlâhiyye’yi seyretmek mi istiyordun? Yoksa, İslâm’ın, Hıristiyan dünyasına girmemesi için kapıları kapayan papazları, asumanın bir köşesinde misafir olan ve yeryüzüne dönüşünü bekleyen Hz. İsa’ya (A.S.) şikayet etmek mi istiyordun?. Yahut, yaklaşık iki-bin seneden beri ehl-i İslâm’a zulmetmede Neron’u fersah fersah geride bırakan, tevhidden ayrılarak teslise sapan Hıristiyanları bir an evvel hesaba çekmesi ve ıslâh eylemesi için acele edip gelmesini mi istiyordun?..”
Zihnim böyle nice düşüncelerle kaynaşıyor, çalkalanıyordu. Üstad’ımızın da ekseriyetle oturduğu, tefekkür ettiği bu tepede şu dersle beraber etrafı temaşaya devam ettik:
“Beşinci Kelime: Lehülhamd, yâni: ‘Bütün mevcudatta sebeb-i medh ve sena olan kemâlât O’nundur. Öyle ise, hamd dahi O’na aittir. Ezelden ebede kadar herkimden herkime karşı gelen ve gelecek medh-ü sena O’na aittir. Çünkü sebeb-i medh olan ni’met ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey O’nundur, O’na aittir. Evet, âyât-ı Kur’aniyye’nin işaratiyle, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiye’ye giden bir ubudiyettir, bir teşbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senadır ki; daimî o dergâha gidiyor. Şu hakikat-ı tevhidi isbat eden bir bürhan-ı azama şöyle işaret ederiz ki:”
“Şu kâinata baktığımız vakit, bağistan zemini ziynetli mevcudatla şenlenmiş surette görünüyor. İşte şu bağistandaki muntazam nûranî ecram-ı ulviye ve hikmetli ve ziynetli mevcudat-ı süfliye, umumen herbiri, lisan-ı mahsusiyle derler ki: Biz bir Kadîr-i Zülcelâl’in Mu’cizat-ı kudretiyiz. Bir Hâlık-ı Hakîm ve bir Sâni-i Kadîr’in vahdetine şehadet ederiz.”
“Ve şu bağistan-ı âlem içindeki Küre-i Arz’a bakıyoruz, görüyoruz ki: Bir bahçe şeklindeki rengârenk yüzbinler süslü çiçekli nebatat taifeleri onda serilmiş ve çeşit çeşit yüzbinler envâ-i hayvanat onda serpilmiştir.”
“İşte, şu zemin bahçesinde bütün o süslü nebatat ve ziynetli hayvanat, muntazam sûretleriyle ve mevzun şekilleriyle ilân ediyorlar ki: Biz; bir tek Sâni-i Hakîm’in san’atından birer mu’cizesi, birer hârikasıyız ve vahdaniyetin birer dellâlı, birer şahidiyiz.”
“Hem o bahçedeki ağaçların başlarına bakar görürüz ki: Gayet derecede hakimane, kerîmâne, lâtifâne, cemilâne yapılmış muhtelif suretlerde meyveleri, çiçekleri görüyoruz. İşte şunlar, bilûmum bir lisan ile ilân ederler ki: Biz, bir Rahmân-ı Zülcemâl’in ve bir Rahîm-i Zülkemâl’in mu’ciznümâ hediyeleriyiz; hayretnümâ ihsanlarıyız.”
Dersin feyziyle etraftaki dağlar, hayırlar, taşlar hâsılı cansız ve hissiz gibi duran mevcudat nazarımda uyandı, canlandı, hayatlandı; herbiri birer müsebbih, birer zakir oldu…
Daha sonra, Karakavak’a uğradık ve oradan Sıddık Süleyman’ın “Cennet bahçesi” denilen Dere Bahçesi’ne indik. Burada te’lif edilen, Cennet’e dair Yirmi Sekizinci Söz‘ü tahattur ettik, onda bazı pasajlar okuduk. Üstad’a dair tatlı hâtıralar ve ulvî menkıbeler dinledik, mütelezziz olduk. Bahri Amca’nın evinde misafir olmak üzere akşamleyin geri döndük.