Rahman'ın Misafiri İnsan

n. Kâmil İman

İman, güvenmek, emin olmak ve güven vermek anlamındadır. İman mukaddes ve muazzam bir fazilet menbaı, vicdanın ziyası, fikrin meşalesidir. İman, insanı Cenab-ı Hakk’a intisab ettiren, O’na kul olmanın şerefine erdiren ve rızasına ulaştıran mukaddes bir rabıtadır.

İman hem nurdur, hem kuvvettir.”1

ve Cenab-ı Hakk’ın insanlara lutfettiği nimetlerin en büyüğüdür.

İman, canu gönülden ve kemal-i ihlâs ile La ilahe illallah Muhammedürresulüllah” diyerek; Vacib-ül Vücud Hazretlerinden başka Mabud-u Bilhak ve Maksud-u Bizzat olmadığını kalben tasdik etmek ve bunu lisaniyle de ikrar etmektir.

İnsan, her şeyi yoktan yaratan Mevla-yı Zülcelalin varlık ve birliğine, kemal-i kudret ve hikmetine delalet eden kâinat kitabını tefekkür ederse, kalbinde iman nuru tecelli eder. Böyle bir insan, o nur ile Cenab-ı Hakk’ı tazim ve tasdik eder.

Cenab-ı Hak, ibadete müstahak bir mabud-u mutlaktır. Halk ve icadında şeriki yoktur. Sonsuz kudret ve hikmetini kâinatta tecelli ettirerek, tefekkür için aklın önüne koymuştur. Her şeyi ihtiyarı ve iradesiyle yaratır, yaratmasında bir mecburiyeti yoktur; ancak lütuf ve keremimden yaratır. Ne zatında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde naziri yoktur, misli ve şeriki olmaz. Azamet ve ulvîyeti tasavvurlarımızın fevkinde olduğundan akıl ile ihata edilmez. İşte insan bunları düşünerek kâmil imanı kazanır.

Peygamber Efendimizin (asm.) taraf-ı ilâhiden getirip bildirdiği hakikatlerin hepsine gözü ile görmüş gibi iman etmek de kâmil imanın gereğidir. Zira Hazret-i Muhammed (asm.) insaniyete bir güneş gibi tulu ederek, tâ asr-ı saadetten bugüne kadar gelmiş ve gelecek olan bütün ulema ve ariflerin kalplerine ve akıllarına marifet, ihlas ve sadakat gibi yüksek meziyetler yerleştirerek onlara kemal-i imanı kazandırmıştır. Bununla beraber, beşeriyetin fah-i ebedisi olan Nebi-yi Zişan (asm.), bütün ümmetini şefkat ve merhamet kanatları altına alıp himaye ederek; onların saadet-i ebediyeye kavuşmalarına vesile olmuştur.

Peygamber Efendimizin (asm.) bu himmetine karşı, O’nu (asm.) nefsimizden, ailemizden ve diğer bütün mahlûkattan çok sevmemiz aklın, vicdanın ve kâmil imanın gereğidir. Eğer insanın kalbi muhabbetullah ve muhabbet-i resulullah ile dolmazsa kemal-i imanı elde etmiş olamaz.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm.)

“Sizden herhangi biriniz beni nefsinden ve ailesinden çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamaz.”

buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Allah’ı sevmenin yolu peygamberi sevmekten geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 2

Bir insan kalp ve ruhunu, akıl ve hissiyatını kelime-i tevhid ile tenvir ederse, derece derece kemal-i imanı kazanır, Allah’ın feyzine, rızasına ve saadet-i ebediyeye mazhar olur. İnsan, kelime-i tevhidi lisanen zikrettiği gibi, onu hayatına tatbik etmeli ve tevhid inancına uygun olarak yaşamalıdır ki, kâmil imana vasıl olsun.

Peygamber Efendimizin (asm.) sürekli okuduğu,

“Allah’ım! Senden Seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi, senin rıza ve muhabbetine kavuşturan amel-i salihi işlemeyi niyaz ederim.”

duasını her mümin, kâmil imanı kazanmak için lisanından düşürmemelidir.

Kâmil iman sahipleri, insan-ı kâmil olur.

İnsan-ı kâmil; sözleri, fiilleri ve ahlâk-ı güzel olan, fiileri ile sözleri birbirine uygun olan insandır.

İnsan-ı kâmil olanların, Allah’ın yanında dereceleri yüksek ve alidir. Onlar Mevla’nın yanında aziz ve mükerrem oldukları gibi, diğer insanların yanında da kalplerin mahbubu, gönüllerin maşukudur. Onların kalbi masivadan müberra olduğu için, muhabbet-i Mevla’nın tecelligahıdır. Bundan dolayıdır ki, bunlar diğer insanlardan muhabbet ve marifet tacıyla mümtaz olmuşlardır.

Onların bütün hareketleri, konuşmaları ve sohbetleri marifetullah ve muhabbetullah üzerine olup, tek gayeleri Allah’ın rızasına mazhar olmaktır.

Onlar, dinleyenlerin seviyesine göre konuşurlar. Bütün insanlara karşı şefkatli ve merhametlidirler. Onlar, sohbetlerine gelenlerin şüphelerini ve müşkilerini hallederler.

İnsan-ı kâmil olanlar, diğer insanları kendisinden üstün görür ve bütün insanlara karşı hüsn-ü zan beslerler. Herkes ile güzel geçinir ve insanların kusurlarını örter ve kendilerine karşı kötü muamele yapanları affederler. Çünkü onlar, hilm, rıfk ve şefkat sahibidirler. İşte bu sıfatlara mazhar olan kâmil insanlar, kalp, ruh, akıl gibi latifelerini ve bütün aza ve duygularını imanın ve Kur’anın nuru ile tenvir eder ve onları hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun kullanırlar. O’nun rızasına, muhabbetine ve feyzine mazhar olurlar. İşte hakiki terakki ve kâmil insan budur.

Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hıususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktır.”3

İnsana verilen manevî duyguların merkezi ve mahalli kalptir. Eğer o kalp, iman, marifet, muhabbet ve fazilet gibi ulvî hakikatlere ayna olursa, diğer duygular da onun ile kıymet kazanır ve nurlanır.

Kalp, yürek ve gönül, yani maddî ve manevî olmak üzere iki manada kullanılır. Maddî kalp, çam kozalağı şeklinde, kılcal damarlara kadar kan pompalayan ve insan hayatını devam ettiren bir organdır. Diğeri ise şuur, vicdan, idrak ve muhabbet gibi manevî âlamlerin merkezi konumunda ve mekânı olmayan rabbanî bir duygudur. İşte insanın asıl kıymeti ve hakikati bu manevî kalp sayesinde anlaşılır ve bilinir.

Bu kalb, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin tecelligâhı ve bütün feyizlerin menbaıdır. Âyine-i Samed olan kalp, beden ikliminde itaat olunan bir melik gibidir.Cenab-ı Hakk’ın marifet ve muhabbetine mazhar ve ayna olan bu kalbin değeri, bütün tasavvurların fevkindedir.

İnsanı Allah’a dost eden ve sevdiren muhabbettir. Kalp ise marifet ve muhabbetin, sıfat ve esma-i ilâhiyenin tecelligahıdır. Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak:

“Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım. (Yani onun ile bilindim.)”

buyurmuştur. Demek ki, kalp ancak Zat-ı Akdesin marifet ve muhabbetiyle tatmin olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak,

“İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.”4 buyurmuştur.

Kalp, Allah’a dost olmanın, O’nu sevmenin şevk ve heyecanı ile mesrur olur. O cemalin didarına velev bir saniyecik olsun nail olmak, o kalp sahibi için cennetlere değişilmez bir makam-ı âlâdır.

Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet’te sana müheyya eden ve herbir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî’nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat onun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz.”5

Eğer bir insan, sevdiklerini Allah namına sevmezse, onlardan ayrılık sebebiyle o muhabbet azap olur. Lezzetlerin elinden gitmesiyle de o lezzetler, zehirli bal hükmüne geçer. Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan muhabbet, insana bir fayda sağlamaz. Eğer haramlara girmişse de ayrıca azaba müstehak olur.

Öyle ise insan, kime ve nasıl muhabbet etmelidir ki, bu hissi yerinde kullanmış olsun. Evet, insanın nefsine muhabbeti, onu zararlı şeylerden muhafaza ederek terbiye etmek, Ana babaya muhabbet, onlara hürmet ve ömürlerinin bekası için dua etmek, Allah’ın büyük bir nimeti olan gençliğe muhabbet ise, onu iffetle muhafaza edip, hayırda istimal ederek ibadetle geçirmektir.

Allah için olan muhabbetler hem lezzetli hem daimi hem kedersiz ve hem de sevaplı olur. İnsanı dünya ve âhiret sadetine mazhar eder. Eğer dünya zevkleri ve maşukaları, cazibeleri ile o kalbi kendisine çekmese, o kalp, muhabbet ve aşk-ı ilâhinin neşesiyle huzur bulur. Zira, o cemalin sonsuz cazibesi, sürur-u zevki, ve O’nun muhabbeti, fani ve geçici olan dünyanın birkaç günlük zevkiyle mukayese edilmez. İnsanın kalbine yerleştirilen nihayetsiz muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı sevmesi için verilmiştir.

İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”6

Dünya, insanın arzu ve emellerini tatmin için kâfi değildir. Bunun içindir ki, dünyanın güzel manzaralarını kısa bir zamanda temaşa edip; onun zevk ve sürurlarını tatmak, ancak insanın iştihasını açar, fakat doyurup tatmin etmez.

İnsan ebed için yaratıldığından onun kalbi, dünyanın fani lezzetleri ile asla tatmin etmez Zira dünyada mükemmel bir saadet yoktur, uzaktan sesini duysak bile kendisine kavuşmak mümkün değildir. Dünya ancak ızdırap, meşekkat ve musibetlerin kaynağıdır. Dünyada fazilet ve marifetten başka hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez. Marifet ve faziletten başka hiçbir şey insanı saadete kavuşturamaz

Saadet ve sürurla yaşamak isteyen bir kimse, kalbini asla fanî ve zevale mahkum olan şeylere bağlamaz. İnsan, ancak zevali mümkün olmayan Kadir-i Zülcelal’e kalbini bağlayıp, O’na intisab etmekle saadete kavuşur. Bu da ancak onun emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkün olur. Böyle bir insan her şeye rağmen, ömrünü daima elemsiz ve kedersiz geçirir.

Ancak o ruhun arzularını ve meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir.” 7

Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.”8

Hususan nefs-i emmaresine tabi olanlara şu dünya çok gaddardır ve aldatıcıdır.

Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”9

Kalbe, beytullah ve arş-ı Samedani de denilmiştir. Bir cevher-i mücerret olan kalb, bütün âlemleri içine alacak kadar geniş olmasındandır ki, İslâm alimleri, “İnsan âlemleri içine alan bir nüsha-i kübradır.” demişlerdir.

Kalbe, İslâmiyet’in mahalli olması hasebiyle Sadr, Hakk’a muhabbetin menşei olması cihetiyle Şiğâf, Rü’yetullah’a mazhar olmasıyla Fuâd, dini bilmenin ve imanın mahalli olması noktasından Habbetü’l-kalp ve esma-i ilâhiyeye ayine olması bakımından da Mehcetü’l- kalp denilmiştir.

Şunu da ifade etmek isterim ki, insanların birbirini sevmesi ve muhabbet etmesi ancak ülfetle mümkündür.Ülfet, dostluk, arkadaşlık, cana yakın olma demektir. Ülfet, mümtaz bir haslettir ve Allah’ın insanlara bahşettiği büyük bir nimettir. Bu nimetten mahrum kalanlar, tek başlarına yaşamaya ve sıkıntılı bir hayat geçirmeye mecbur olurlar.

Allahu Teâla mü’minlerin kalblerini birleştirmiş, onların gönlüne dostluk ve ülfet doldurmuştur. Bunu devam ettirmek de her müslümanın görevidir. Peygamber Efendimiz (asm.) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min ülfet eden ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.”10

Demek ki, bir milletin terakkisi ve yücelmesi, o milletin fertlerinin birbirine karşı gösterdikleri nezaket ve ünsiyetle tezahür eder. Ancak, devlet ve milletin malına hıyanet eden hainlere ülfet caiz değildir.

Daima insanların ayıplarını araştıran ve onları başkalarına söyleyen, ülfet ettiği dostlarını tahkir ve terzil eden insan toplum nazarında asla rağbet görmez ve kimse ile dostluk kuramaz.

Ülfetin devamı insanların kusurlarını görerek değil, onların güzel yönlerini görmekle olur.

Dostlarında bir hata gördüğü zaman, hemen onu terk etmek doğru değildir. Mümkünse onun ıslahına çalışmalı ve hatasından vazgeçirmelidir.

Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.11

“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” hadisi, bu hakikati teyit etmektedir.

Dipnotlar:

1 Sözler, s. 314.
2 Âl-i İmran suresi, 3/31.
3 Sözler, s. 322.
4 Ra’d Suresi, 13/28.
5 Sözler, s. 360.
6 Sözler, s. 358
7 İşarat’ül İ’caz, s. 101.
8 Mesnevî-i Nuriye, s. 129.
9 Lem’alar, s. 129.
10 Müsned, 2/4,5,335.
11 Şualar, s. 319.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu