Niçin Yazıldı?
İslâmiyet’in binası tevhid üzerine kurulmuştur. Buna binâen, faziletperver bir mü’min, icraat ve hareketinde Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas alarak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamak mecburiyetindedir. Çünkü, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in hassasiyette üzerinde durduğu en önemli mes’eleferden biri de, “ümmetini tefrikaya karşı uyanık tutması”dır. Bu hususta, “Men ferraka feleyse minnâ” 1 tehdidiyle
“Müslüman millet ve kavimleri, fert ve cemaatleri birbirlerinden ayıran ve bölmeye gayret gösteren bizden değildir.”
buyurarak bu tefrikanın ne kadar tehlikeli olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Vatan ve milletimizi hedef alan en büyük tehlike, tefrikadır. Bu milleti hiçbir şey korkutamaz, yıldıramaz, ezemez; ancak tefrika öldürür.
Demek ki, en büyük düşmanımız tefrikadır. Evet, tefrikaya hiçbir şey dayanmaz. O dağları taşları, devletleri ve milletleri ta esasından, kökünden kopararak birbirine çarpa çarpa mahveder, perişan eder, zır ü zeber eder. Memleketleri al kana boyar, devletlerin, milletlerin mevcudiyetlerini ortadan kaldırır.
Bu büyük bölücülük ve tefrika âfâtının getirdiği zulümleri anlamak isterseniz; tarihi de dikkatle dinleyerek Afganistan, Dağıstan, Türkistan, Gürcistan ve Macaristan gibi ülkelerden, memleketlerden sorunuz.
Bahusus; yeryüzünde bir emsali ve dengi bulunmayan Dağıstan’ın etrafları sık ağaçlı ormanlarından, etekleri sıra sıra tepeler ve aralarındaki yeşil çimenler ve rengârenk yaylalarından ve bunlar ile sarılı olan o ihtişamlı dağlarından da sorunuz. Üç-dörtbin metre kadar yüksek dağların üzerinde herbiri bir başka tarzda inşâ edilmiş o cesim kalelerden de sorunuz…
Daha yakından görmek isterseniz, şu şühedâ yatağı olan kendi vatan ve ülkemizden; buradaki şehitlerden, evliyâlardan, mazlum olan âbâ ve ecdatlarınızdan da sorunuz.
Ayrıca, din ve mukaddesatı için yaşayan, kalbi vatan ve milleti için çarpan ve bunların ne demek olduğunun idrakinde olan, insan olan bir insandan da sorunuz…
Bahusus, Rahmet-i İlâhî’nin misali, dellâlı, insaniyetin mürebbisi olan Peygamber-i Zîşanımızdan (S.A.V.) da sorunuz.
Dinimizden, Kur’an’ımızdan, iman ile mücellâ olan aldanmaz vicdanlarınızdan da sorunuz.
Bu suallere, lisan-ı kâl ve halleriyle verecekleri cevap şudur:
“Bütün ulvî ruhları ürperten, şu kanlı fitne ve tefrikalar bitmeli; memleketleri dehşetli cehennemlere çeviren zulümler, vicdanlarda artık uyandırıcı ikazlarını yapmalıdır.”
Şimdi cennetmisal o Dağıstan’a bakınız. Hayalen olsun oralarda geziniz. Şeyh Şamil’in Moskofla yaptığı, destanlaşan mücadelesini hatırlayınız. Göreceksiniz ki, birlik ve beraberlik içinde geçen saâdetli günler, yerini “devlet” gibi bir nimetin uçup gitmesiyle hiçbir kalemin ifade edemeyeceği gam, keder ve hüzüne terketmiştir. Ümit ve saâdet şafakları yerine bâd-ı hâzan, nesim-i lâtifeye bedel de zehirli ve dehşetli rüzgârlar esiyor. Bülbüllerin şevkefzâ terennümleri yerlerini kızıl baykuş seslerine terketmişler. Bu hüsran yelleriyle baykuş sesleri gönülleri, vicdanları yakıp kavuruyor. Artık bu tehassürler ile muzdarip olmamak mümkün mü? Kalblerde tarif kabul etmez bir hüsran, bir izdırabın hissedilmemesi düşünülebilir mi?
Acı tecrübeler neticesi meydana gelen intibahlar, insana inşirah ve sürür veremez. Hüsrandan, ızdıraptan kurtaramaz. Evet, acı tecrübe, güzel bir ders-i ibrettir. Eğer başkasından alınmışsa!..
Şu hazîn tablolardan ibret dersi almalıyız. İçimize tefrika atan tecrübe edilmiş düşmanları iyi tanımalıyız. Bu düşmanları yeniden bir daha tecrübeye kalkışırsak, telâfisi mümkün olmayan nedametler duyarız. Fakat, fayda vermeyen nedametler!..
“Men cerrebel-mücerrebe hallet bihi’n-nedâmetü.”2 gerçeğine mâsadak olmaktan kendimizi muhafaza etmeliyiz.
Tatlı hayaller, acı neticeler…
Şimdi, gelelim memleketimizde estirilmek istenen Şark fitnesine…
Bilinmelidir ki: Şark insanı; merttir, samimîdir, hasbîdir, dindardır. Taşı toprağı, suyu ve havası, eti ve kanıyla mukaddesatına bağlıdır. O, berrak ruhunu ürperten, rencide eden hâdiselerin arkasında kimler olduğunu bilir. O, dimağındaki aldatılmaz şuur ile kalbindeki yanardağlar gibi, sönmez ve söndürülmez imanıyla ezelî ve ebedî o korkunç şimal düşmanı karşısında, vekarla, dimdik duruyor. Bu yüzden hiçbir şeytan, hiçbir hile ve desiseyle bu volkan gibi imanı aşamaz, bu ülkeye giremez.
Evet, onun inanç ve iradesi şu milleti fesada verecek Ye’cüc ve Me’cüc’lerin önünde çelikten bir Sedd-i Zülkarneyn gibidir. Bu öyle bir seddir ki, ne yıkılır, ne sökülür, ne eşilir, ne de aşılır.
Şunu da bütün samimiyetimle ifade edeyim ki, kızıl Rusya, eğer bütün hile ve teknolojisini kullanarak “Himalaya Dağları”nı yerinden oynattı dense inanılabilir, fakat Şark’ta, şuur ile iman kaynaştığı ve imtizaç ettiği müddetçe, Anadolu’nun bir ufacık taşını dahi depretti dense asla inanılmamalıdır.
Başta inkâr-ı ulûhiyet olmak üzere zulüm, terör, tahakküm gibi menfî esaslar üzerine kurulan ve insan fıtratına muhalif olan bu kızıl rejim, ilelebed payidar olamayacaktır. Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı olduğu gibi, bunun da bir ecel-i mev’udu vardır; eninde sonunda bu müstebid kızıl perde yırtılacaktır. (Nitekim 1990 yılı içinde bu perdenin yırtıldığına hep beraber şahit olduk.)
Şark insanı cesurdur, hamiyet-i diniyesi için yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktur. Amma Şark insanı da insandır. Evet, insanlarda istismara en müsait zayıf damar kavmiyetçilik damarıdır. Bugün birtakım güçler Şark insanının bu damarını kendi menfur emellerine âlet etmek istemektedir. Bu maksatla sistemli ve plânlı bir şekilde kavmiyetçilik damarlarından girilerek Marksist bir yörüngeye sokulmak istenmektedir.
Bazı şahıslar dışında, bütün gayretlere rağmen Şarklılar bu fitneye âlet edilememişlerdir. Edilemeyeceklerdir de. Çünkü, onlar vefâdardırlar, fedakârdırlar. Asırlarca vefa gördükleri devletlerine, binlerce uhuvvet bağlarıyla bağlandıkları kardeşlerine hıyanetle mukabele etmenin şerrin en eşnei olduğunun şuurundadırlar.
En tehlikeli düşman bildikleri kâfir Moskof’a itaat eden ve Ermenilerle birlik olarak hıyanetin kara damgasını taşıyan birtakım hâinlerin hakkından da geleceklerdir…
Şark insanının bu fitneye itibar etmemesinin tek ve yegâne sebebi, din ve mukaddesatına olan bağlılığıdır. Çünkü, onun mihengi imanıdır, vicdanıdır.
Hakikat şu ki, Şark fitnesini tesbit ve tedavide dikkate alınacak ilk ve esas tedbir: Dinî hissiyatı tekmil etmekle hamiyet-i diniyeyi canlandırmaktır. Aksi halde alınacak maddî, şeklî, idarî ve siyasî tedbirler kesinlikle yeterli olamayacaktır. Çünkü, insan sadece bir makine veya bir heykelden ibaret değildir. İnsan, hayattardır. Onun kalbi, ruhu, his ve heyecanı vardır. O azizdir, şeriftir. Alınacak kanunî ve ekonomik tedbirler belki bir ölçüde, muvakkat bir zaman için müessir olabilir. Ancak ruh ve gönüllerde hâkim olacak müeyyideler, mânevî esaslardır.
Avâm-ı mü’minînin kalbleri selim, zihinleri safidir. Onların değerlendirmeleri ve hâdiseleri teşhisi gayet net ve keskindir, ferasetleri yüksektir. .
Bu hakikatlardan dolayı, Şark’ta doğup büyüyen ve Şark insanının mizacını yakından bilen bir vatandaş olarak bu mevzuda yapılacak teşhis ve alınacak tedbirlere yardımcı olmak maksadıyla bu mevzu kaleme alınmıştır.
Kitapta görüleceği gibi, tarihî bir gerçek olarak, ırkçılık ve kavmiyetçiliğin bütün insanlığa -husûsan İslâm âlemine, daha ziyade Anadolu’ya- getirdiği zulümler nazara alınmış; ibret verici hâdiselerin tesbitiyle başta Kur’an ve hadîslerin ışığında ilmî, mantıkî delillerle İslâm âlimlerinin hikmetli görüşleri ortaya konarak kısa da olsa tahlili yapılmıştır.
Aynı zamanda bunun ne derece zararlı içtimaî bir illet olduğu akıl ve hikmet ışığında açıklanıp ilgililere birlik ve bütünlüğü sağlama çare ve tedbirleri hususunda bazı tesbitler ifade edilmiştir.
Gayret bizden, tevfik ve inayet Allah’tandır.
Mehmed KIRKINCI
Eylül 1987 Erzurum
Dipnotlar:
1. Feyzu’l-Kadîr, c. 6, s. 187; Taberânî’den naklen…
2. Bir kimse, tecrübe edilmiş bir şeyi yeniden tecrübe ederse, kendisine nedamet getirir.