Din Irkçılığı Reddeder
İslâm’da içtimâi râbıtalar, muhabbet ve uhuvvet, şefkat ve merhamet, muavenet ve adalet gibi değerler üzerine binâ edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm birçok âyet-i kerîmeleriyle birlik ve beraberliği, ittihad ve ittifakı emretmiş, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) de pek çok hadîs-i şerîfleriyle bu hakikati te’yid ve te’kid buyurmuşlardır.
Mukaddes dinimiz tevhid, uhuvvet ve muhabbet râbıtalarının muhafazasına âzamî tahşidat yapmış, bunları zedeleyen her türlü fiil, hareket ve düşünceyi şiddetle yasaklamıştır. Bu hakikata binâen İslâmiyet, ırkçılığı kesinlikle reddetmiştir. İslâm âlimleri, bu mevzu üzerinde hassasiyetle durmuşlar, pek çok aklî ve naklî delillerle ırkçılığın zararlarını en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır. Bu hususta yapılan bütün tefsirleri, serdedilen bütün fikirleri dercetmek kitabımızın çerçevesini aşacağından mevzuyu anahatlariyle özetlemeye çalışacağız.
Evvelâ: Asr-ı Saâdet’te cereyan eden ve hakkında dört âyet-i kerîme nâzil olan bir vak’ayı nazara verelim :
Bilindiği gibi, Araplar İslâm’dan önce kabileler halinde yaşarlardı. Bunlardan meşhur iki Arap kabilesi olan “Evs” ve “Hazreç” kabileleri İslâmiyet’le şereflenmeden önce yüz seneyi aşkın bir zamandanberi birbirleriyle soy üstünlüğü için harbetmekteydiler. Her iki taraf da pek çok zayiat vermiş bulunuyorlardı. Bu iki düşman kabile İslâmiyet’le şereflendikten sonra eski hasmâne tavırlarını terkettiler. İslâmiyet’in getirdiği uhuvvet ile birbirlerine kardeş oldular. Aralarındaki bütün husûmetler, muhabbete, ihtilâflar ittifaka inkılâb etti. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) etrafında ittihad etmekle yekvücud oldular. Saâdet ve selâmete erdiler. Onların bu birlik ve beraberlikleri Yahudileri son derece rahatsız etti. Müslümanları tefrikaya düşürmek ve aralarına fitne sokmak için hileler düşünmeye başladılar. Bir gün, Şas İbn-i Kays ismindeki ihtiyar ve dessas bir Yahudi, bu iki kabilenin gençlerini bir sohbette gayet samimi bir muhabbet içinde görünce fevkalâde rahatsız oldu. Müslümanlar arasındaki bu ittifakın kendi varlıklarını tehlikeye düşüreceği endişesiyle bir Yahudi gencini yanına çağırdı. İçindeki gayzını şöylece döktü:
“Git, onların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden1 ve eski savaşlardan bahset… Her iki tarafın şairlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik damarlarını tahrik et…”
Bu genç, ihtiyar Yahudi’nin şeytanî plânını aynen tatbik etti. Neticede gençler arasında gurur ve iftihar hisleri deprendi. Birbirlerine karşı öğünmeye başladılar. Her iki taraf da kendi kavim ve aşiretinin üstünlük ve meziyetlerini sayıp döktüler. Bu hususta karşılıklı şiirler okudular; derken iş çekişmeye kadar vardı. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak karşılıklı ağır hakaretlerde bulundular ve birbirlerini harbe davet ettiler. Bir anda kavmiyetçilik damarları kabardı, hissiyatlar alevlendi. Diğer gençler de, gözleri dönmüş olarak bu teklife iştirak ettiler. Nihayet harbetmek üzere şehrin dışındaki Harre denilen mevkiye doğru yola çıktılar. Ayrıca her iki taraf da kendi kabile mensuplarına haber saldılar. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Muhacir ve Ensâr’dan bir cemaat ile birlikte vak’a mahalline yetişerek, oradakilere şöyle hitap ettiler:
“Ey Müslümanlar! Ben sizin aranızda iken hâlâ siz cahiliye dâvası mı güdüyorsunuz? Allah Teâlâ Hazretleri sizi İslâmiyet ile şereflendirdikten sonra, yine devr-i cahiliyete mi dönmek istiyorsunuz? Siz cahiliyet halinde iken Allah Teâlâ aranızı te’lif etti. Cahiliyet dâvası ile eski hâliniz oian küfre mi dönmek istiyorsunuz? Allah’tan korkun, Allah’tan korkun!..”2
Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) bu ikazı üzerine, her iki kabile bu işin, şeytanın bir aldatması ve dessas Yahudinin bir hilesi olduğunu anladılar. Silahlarını attılar, ağlayarak birbirlerine sarıldılar, kucaklaştılar.
Hâdise Üzerine İnen Âyetler
Bu hâdise üzerine dört âyet-i kerîme nâzil oldu:
Birinci âyet:
“Ey iman edenler! (Sizden evvel) kendilerine kitap verilmiş olan bir fırkaya itâat ederseniz, sizi imanınızdan çevirip, kâfir kılarlar.”3
İkinci âyet:
“Ve nasıl küfre dönersiniz ki, üzerinize Allah Teâlâ’nın âyetleri okunuyor ve aranızda da Peygamber bulunuyor. Artık her kim Allah Teâlâ’ya sığınırsa, muhakkak sırat-ı müstakime çıkarılmış olur.”4
Üçüncü âyet:
“Ey iman edenler!.. Allah’dan nasıl korkmak lâzımsa, öylece korkun… Ve sizler, ancak Müslüman olarak vefat ediniz.”5
Dördüncü âyet:
“Ve hepiniz toplu olarak Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. Ve birbirinizden ayrılmayınız. Allah Teâiâ’nın üzerinizdeki nimetini hatırdan çıkarmayınız ki, siz birbirinize düşman iken, kalblerinizi birleştirdi de O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ve siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi ondan O kurtardı. İşte, Allah size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki, doğru yola eresiniz.”6
Birinci âyet-i kerîmede zikri geçen “kendilerine kitap indirilmiş fırka”dan maksat Yahudilerdir. Bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, ırkçılık ve kavmiyetçilik dâvası gütmenin mü’minlerin imanlarını tehlikeye sokacağını ve neticede onları küfre düşürebileceğini açıkça ikaz etmektedir. Çünkü, Usûl-ü Fıkıh’taki “Hitap has (hususî), hüküm âmmdır” kaziyesi gereğince, bu hüküm kıyamete kadar bütün Müslümanlara şâmildir.
Evet, hiçbir asırda Şas bin Kays gibi Yahudiler eksik olmamış ve böyleleri durmadan İslâm âlemini parçalamaya çalışmışlardır. Bunun en açık ve en hazin misâlini Osmanlı’nın parçalanmasında görüyoruz. Yahudiler ve Avrupalılar İslâm’ın içtimaî bünyesinde sürekli kanayan bir yara olarak kavmiyetçiliği tesis etmek için fiilen gayret göstermişler. bu zihniyetin yaygınlaşması için de diplomat ve casuslarıyla7, yazar ve edipleriyle, feylesof ve papazlarıyla ciddi bir şekilde çalışmışlar ve kırka yakın kavmin birbirleriyle mezcolmasıyla altı asır boyunca üç kıtada adalet ve haşmetle hüküm süren o azametli Osmanlı İmparatorluğu’nu, içten ırkçılığı körükleyerek çökertmişlerdir.
İkinci âyet-i kerîmede, mü’minlerin, “Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu ve aralarında peygamber bulunduğu” hâlde, kâfirlere aldanmaları hayret ve taaccüb verici bir hâdise olarak nazara verilmektedir. Kur’ân-ı Azîmüşşân ve O’nu tefsir eden bütün hadîsler ve binlerce cilt eserler, bizleri bu noktada ikaz ve irşad ettiği halde, birtakım hain ve münafıkların oyunlarına gelip, ihtilâfa düşersek, âyet-i kerîmedeki hayret ve taaccübe bizler de mâsadak olmuş oluruz.
Üçüncü âyet-i kerîmede, dikkat edilirse, kavmiyetçilik dâvası güdenler için, büyük bir tehdit vardır. Kavmiyetçilik hakkında nâzil olan bu âyet-i kerîmede “Ey iman edenler! Allah’dan nasıl korkmak lâzımsa öylece hakkıyla korkun… Ve sîzler ancak Müslüman olarak vefat ediniz” buyurulmasıyla işaret ediliyor ki, kavmiyetçiliğe İslâm Dini’nde yer yoktur. Böyle bir dâva gütmek, insanın ebedî hayatını tehlikeye düşürebilir.
Dördüncü âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak mü’minlere, birlik ve beraberliği emretmekte ve onları tefrikadan men etmektedir. Malûmdur ki, Cenâb-ı Allah’ın emrettiği şey “farz veya vâcib”, yasakladığı şey “haram veya mekruh”dur. Müslümanların Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’-ân’a) topyekûn sımsıkı sarılmaları vâcib, tefrika ve ihtilâfa düşmeleri ise haramdır. Bu âyet-i kerîmeye göre mü’minler şu veya bu kavmin etrafında değil, İslâmiyet’te toplanmakla ittihad ve uhuvvetin sebeblerini aralarında ihyâ etmek ve yaşatmakla mükelleftirler. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve bereketi, lütuf ve ihsanı da cemaat üzerinedir. Bu, O’nun ilâhî ve fıtrî bir kanunudur. Evet, zarar ve menfaatini bilen her insan yakînen anlar ki, huzur ve saâdet ancak ittifak ve ittihaddadır. Zillet ve perişanlık ise, tefrika ve ihtilâftadır. Dünya ve âhirette saâdet ve selâmetimiz bu fermân-ı ilâhiyeye topyekûn riayet etmemize bağlıdır.
Nasıl ki, cazibe (çekim) kanunu, semadaki yıldızları bir merkez etrafında topladığı gibi; aynen öyle de, muhabbet, uhuvvet, şefkat gibi mânevî câzibeler de fertleri, aileleri, kavim ve milletleri bir araya getirerek içtimaî birlik ve bütünlüğü te’min eder.
Birlik ve beraberliği te’min ve te’sis eden bu râbıtaları, tek bir kabile ve kavme inhisar ettirmek bu nimetlere, bu ihsanlara karşı bir nankörlüktür, bir zulümdür.
Diğer Bir Âyet-i Kerime
Mekke’nin fethedildiği gün, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) emri üzerine Bilâl-i Habeşî Hazretleri Kâbe’nin üzerine çıkarak Ezan-ı Muhammedi’yi okumuş ve bazı müşrikler: “Muhammed şu kara kargadan başka birisini bulamadı mı?” diyerek Hz. Bilâl’i tahkir etmişlerdi. Bunun üzerine, şu âyet-i kerîme nazil oldu:
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah indinde en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdir.”8
Bu âyet-i kerîmede Zât-ı Akdes, insanları kabile ve aşiretlere ayırdığının hikmet ve sırrını “birbiriyle tanışmak” ve “yardımlaşmak” hakikatına binâ ediyor. Ve İnd-i İlâhî’sinde makbûliyetin, kavim ve kabileye intisab ile değil, ancak, takvâ ile olduğunu beyan buyuruyor. Âyet-i kerîmede zikredilen “şube ve kabilelere ayırma” hakikati, bütün kâinatta hükmeden ve semeredâr bir esas olan “müsbet ihtilâf” hakikatinin bir tezahürüdür. Evet, âlemdeki bütün güzellikler, hep müsbet ihtilâfın meyvesidir. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak, güneşi, dünyayı, ay’ı farklı mahiyetlerde yaratmış, rahmet, inâyet ve ihsanını bu ihtilâf ile tecelli ettirmiştir.
Hem nebatat ve hayvanatı ayrı ayrı mâhiyette yaratmakla, bizlere türlü türlü ihsanlarda bulunmuştur.
Hem insandaki âzaları farklı yaratmakla, insan vücudunda tesanüdü, vahdeti, intizamı tezahür ettirmiş, bunlar ile hayatın nizam ve devamını te’sis etmiştir. İşte mü’minlerin kabile ve şubelere ayrılmaları da böyledir. Cenâb-ı Hak insanları farklı kabile ve şubelere, aşiretlere ayırmakla, hey’et-i ictimâiyenin ahenk ve intizamını te’sis etmiştir. Böylece kabileler birbirlerini tanıyacaklar, birbirlerine yardım edecekler ve birbirlerinin eksikliklerini tekmil edeceklerdir. Evet, hayat-ı ictimâiyedeki “iş bölümü” ve “ihtisaslaşmak” hayatın kemâline yardım ettiği gibi; farklı ırk ve istidatta yaratılmaları da, tanışmalarına, yardımlaşmalarına, terakki ve teâlilerine sebebtir.
“Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân’dır.” hakikatınca, bütün mü’minler bir vücudun azaları gibidir. Biri gözü ise, diğeri eli, biri aklı ise diğeri kuvveti hükmündedir. Nasıl ki, insan yürümek için ayağa, tutmak için ele, bakmak için göze muhtaçtır. Bu âzalar bir ruhun emrine itaat ederek imtizaç ederlerse, her bir âza, o ruhun kemâline hizmet etmiş olur. O zaman her bir âza, diğer âzaların istidat ve kabiliyetlerinden hisse alır. Birbirlerinin meziyetleri ile şereflenirler. Meselâ akıl, ilim ve marifetini tezahür ettirmek için ele muhtaçtır. Bu “akıl-el” işbirliği sonunda muhtelif ilmî ve fennî eserler ortaya çıkar. Onlardaki kemâlât ve şereften, her ikisi de hissedâr olurlar. İnsandaki âzalar, hizmetinde bulundukları ruhu unutup, benlik ve gurur dâvasına kalkışır ve birbirlerinin ayıplarını görüp, ihtilâfa düşerlerse, o zaman vücuttaki birlik ve beraberlik bozulur. İntizam fesada uğrar, ihtilâf ve nifak meydan alır. Neticede hem vücut ve hem de her bir âza, hayat ile mazhar oldukları şereften mahrum kalır, hakîr ve zelîl olurlar.
Âyet-i kerîmenin devamında da Hak Teâlâ şöyle buyuruyor: “…Şüphesiz ki, Allah indinde en şerefliniz, takvâ cihetinde en ileri olanınızdır.”9 Bu ferman-ı ilâhîden anlaşılan hakikat şu ki, insanların birbirlerine karşı üstünlükleri, soy ve sop ile, yahut mücerred iddia ile değil ancak takvâ iledir. İnsanların en şereflileri de en mükerremi, Allahü Azîmüşşân’ın bütün yasaklarından şiddetle kaçınan müttakîler, yani takvâ sahipleridir. Takvâ, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine imtisal, razı olmadığı her türlü düşünce, fiil, hareketten, kötü ahlâktan sakınmak, uzak durmaktır. Müttakîler, yani takvâ sahipleri âhiretlerine zarar verebilecek her türlü kötülükten, günâhlardan kendilerini muhafaza eden, kalblerini yalnız Allah’a bağlayan, yalnız O’nu seven ve en büyük maksadı O’nun rızasına kavuşmak olan mü’minlerdir.
Evet, Allah indinde makbûl olmanın, takvâdan başka ölçüsü olamaz. Akıl ve hikmet de bu gerçeği te’yîd eder.
İnsanların birbirlerine üstünlüğü soy sop ile olmadığı gibi, ilimle, san’atla, servetle, maddî tekâmülle de olamaz, Zîra bu sıfatlar, kâfir -mü’min, fâsik-sâlih, âsi-mûtî bütün insanlık için müşterektir. Yani, bu sıfatlardan herhangi-birisi bir kâfirde yahut fâsıkta da fazlasıyla bulunabilir.
Eğer ölçü bu sıfatlar olsa, o takdirde kâfirin mü’minden ve fâsıkın sâlihten daha mükerrem olması gerekir.
Demek ki, Cenâb-ı Allah, şu ırka veya soy sopa değil müttakîlere itibar ediyor. Onları mahlûkat içerisinde mükerrem olarak bildiriyor, tanıtıyor. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de bu âyet-i kerîmeyi te’yiden şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak Cenâb-ı Hak, İslâm ile cehalet gururunu götürdü. Âbâ ile ecdad ile de iftihar etme âdetini yasak etti. Zîra insanlar, Hz. Âdem’dendir. Âdem ise topraktandır. İnd-î İlâhîde en kerimleriniz ziyade müttakî olanlarınızda.”
Allahü Azîmüşşân’ın kavme, soy ve sopa itibâr etmediğine en güzel bir misâl, Hz. Nuh (A.S.) ile oğlunun kıssasıdır. Tufan hâdisesinde Nûh (A.S.) oğluna hitaben :
“Ey oğlum, bizimle gemiye bin ve kâfirlerden olma!” diyerek onu gemiye dâvet ettiğinde, oğlu bu davete icabet etmedi. Oğlunu bir dalganın kapıp götürmesi üzerine Nûh (A.S.), Allahü Teâlâ’ya şöyle münâcâtta bulundu :
“Yâ Rabbi! Elbette oğlum benim ehlimdendir (ailemdendir), senin vadin haktır. Onu yerine getirirsin. (Tufandan önce Cenâb-ı Hak, Nuh’un (A.S.) ehline necat vereceğini vaad buyurmuştu.) Sen Hâkimlerin Hâkimisin.”
Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
“Ey Nûh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amel sahibidir.”10
Görülüyor ki Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede ancak mü’min olan bir evlâdı babasının ehlinden, yani âile efradından saymaktadır. “Ancak mü’minler birbirinin kardeşidir.” âyet-i kerîmesinde ise, bütün mü’minlerin kardeş olduklarını beyan buyurmaktadır. Bu iki âyet birlikte dikkate alındığında, şu hakikat ortaya çıkmaktadır :
Cenâb-ı Allah, inanmayan bir oğlu babasına evlât ve ehil saymazken, hangi kavimden olursa olsun bütün mü’minleri birbirlerine kardeş etmektedir. İslâm hukukundaki şu hüküm de mezkûr hakikatı te’yid etmektedir:
“Kâfir evlât, Müslüman babanın malına vâris olamaz.”
Soy soplarıyla öğünmekten hızını alamayıp, kabristandaki ölüp gitmiş cedlerini sayarak, gâvur babaları ve kâfir ecdadlarıyla gururlanmaya kalkışanları, Tekâsür sûresinde, Cenâb-ı Allah şiddetle tehdit etmekte ve âhirette karşılaşacakları çetin azabı şu âyetlerle haber vermektedir:
“Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz. Hayır; öyle olmayın, yakında bileceksiniz. Hayır; gözünüzü açın, yakında bileceksiniz. Dikkat edin, şayet yaptığınızın sonucunu kesin olarak bir bilseniz! Andolsun ki, cehennem’i göreceksiniz, sonra, o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.”11
Bahsinde bulunduğumuz, bütün âyet-i kerîmelerden çıkan hakikat: Cenâb-ı Hakk’ın kavim ve kabileye, soy ve sopa değil, iman, takvâ ve amel-i sâlihe itibar ettiğidir.
İslâm, Kavmi Değil Kavmiyetçiliği Reddeder
İnsanların başka kavim ve milletlere düşmanlık beslemeden kendi akraba ve taallûkatını, kavim ve kabilesini sevmesi, onlara şefkat etmesi, bu mânâda maddî-mânevî hizmetlerine koşması, fıtrîdir, meşrudur, mâkuldür.
Elbette kavim, kabile, akraba ve taallûkat sevilecektir. Amma İslâm dininde, kavmini ve akrabasını sevmek demek; kavminin fertlerinin kalbine, başta Allah korkusu ve Allah sevgisini nakşetmek demektir. Onları, Allah’ın yasak kıldığı her türlü haramlardan muhafaza etmek, onların emir dairesinde hareket etmeleri için himmet sarfetmektir. Ve onların duygularına, düşüncelerine, vicdanlarına; adalet, iffet, haya, nâmus, sehavet, hikmet gibi yüksek seciye ve meziyetleri hedef göstermektir. Onlara hukukullah ve hukuk-u ibâdı hakkıyla anlatıp, millete, vatana karşı mes’uliyet duygularını geliştirmektir.
Bu hakikatlara binâen Cenâb-ı Hak, Resûlüllah (S.A.V.) Efendimize hitaben:
“Önce en yakın akrabalarını korkut. Sana uyan mü’minleri kanatlarının altına al; sana baş kaldırırlarsa, ‘Yaptıklarınızdan uzağım’ de.”12
buyurarak emretmiştir.
Görülüyor ki; İslâmî ölçüler çerçevesinde fertlerin, fıtrî ve cibillî bir taraftarlık olan akraba ve taallûkatını, kavmini sevmesi, değil yasaklanmak bilâkis emredilmiştir. Ancak; zulmederek, diğer kabileleri tezyif ye tahkir ederek, tefrikayı doğuracak, fitneyi ateşlendirecek, Müslümanları birbirine düşürecek, hayat-ı ictimâiyeyi altüst edecek kavmiyetçiliği, İslâmiyet kesinlikle yasaklamıştır. Hattâ zulme, haksızlığa, tefrikaya sebeb olabilecek her türlü bölgecilik, kabilecilik, aşiretçilik ayrımını da reddetmiştir.
Kabirde ve Mahşerde Kavmiyete İtibar Yok
Kavmiyetçilik âhirette geçerli bir akçe değildir. İslâm’da, güzel amellerin sevabında ve günahların azabında, kavimlere göre bir taksimat yapılmamıştır. Meselâ, Kur’ân’ın her harfine asgarî on sevap verileceği müjdelenirken, kavim tahsis edilmemiştir. Yani “Araplar okursa yüz, Türkler okursa on, Hindliler okursa beş kat sevap verilir.” gibi bir tahsisat yoktur. Keza, orucunu kasten bozan her mü’mine de keffâret lâzım gelir, hangi kavme mensup olursa olsun. Diğer sevap ve günahlar da bunun gibidir.
Cenâb-ı Allah’ın dostları, velîleri, asfiyâları, sâcidleri, âbidleri ve zâhidleri Türk’ten de Kürt’ten de, Arap’tan da çıkmıştır ve çıkabilir. Yani, Allah, kendi dostlarını şu veya bu kavme tahsis etmemiştir.
Hem kabirde sual melekleri, hiç kimseye hangi soya mensup olduğunu, yani Türk müsün, Arap mısın, Kürt müsün diye sormayacaktır.
Babanın oğlundan, annenin çocuğundan kaçacağı mahşer meydanında, o dehşetli hesap gününde, hiçbir ferde kavmiyetinden dolayı hususiyet tanınmayacaktır. O gün ancak amel-i sâlihe itibar edileceğini Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde şöyle haber vermektedir:
“O vakit Sûr’a üfürüldü mü artık aralarında ne hesap yardımlaşması vardır ve ne de birbirinin hâlinden sorabilirler. O zaman (kıyamette) kimin hasenatı ağır gelir ise, işte onlar zafere kavuşacaklardır.”13
Hak Teâlâ fazl-ı Rabbanisi ile dergâhını bütün mü’min ve Müslümanlara açmıştır. Bu dergâha kim teveccüh ederse, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, merhameti, inayeti, gufranı onadır. Hem O Hâlık-ı Kerîm, Peygamber Efendimizi (S.A.V.) bütün âlemlere rahmet ve bütün insanlara rehber olarak göndermiştir. Her kim Kur’ân-ı Azîmüşşân’a ittiba ve Resûl-i Kibriya’ya iktida ederse, her iki âlemde şeref ve itibar onundur.
Dipnotlar:
1 Buas Harbi: Evs ve Hazrec kabileleri iki kardeşten üreyip çoğaldıkları halde, aralarında sık sık anlaşmazlıklar çıkar, kılıçlara sarılırlar, yıllarca çarpışıp dururlardı. Yahudiler de bunları birbirine düşürmek için, kışkırtmaktan geri durmazlardı. Bu çarpışmaların sonuncusu, Buas çarpışması idi ki, Hicretten 5-6 yıl önce durmuştu (Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, c. 1, s. 33).
2 Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, c. 1, s. 236-237
3 Âl-i İmrân sûresi, 100.
4 Âl-i İmrân sûresi, 101.
5 Âl-i İmrân sûresi, 102.
6 Âl-i İmrân sûresi, 103.
7 Dessas İngiliz Casusu Lawrence’in Osmanlılara karşı Arap âleminde münafıkâne ek
tiği nifak tohumları bunun en bariz misalidir.
8 Hacurât sûresi, 13.
9 Hucurât sûresi, 13.
10 Hûd sûresi, 46
11 Tekâsür sûresi, 1-8.
12 Şûra sûresi, 214-215-216.
13 Mü’minûn sûresi, 101-102.