Ruhun Birlik ve Bölünmezliği
Ruh, vahit ve basittir; terkip değildir. Terkip olmadığı için de zaman, mekân ve haricî hâdiseler onu çözüp dağıtamaz, eskitip yıpratamaz. Birçok kanunlar vardır ki, kâinatın yaratılışından beri vahidiyet ve besatetlerini muhafaza etmektedirler. Hâdiseler bunlara te’sir edememiştir. Buna misâl olarak, “Yerçekimi Kanunu” verilebilir. Bu ve benzeri kanunlar gibi, ruh da varlığını muhafaza edip, ebede gidecektir. Zira ruh bu kanunlardan daha kuvvetlidir; çünkü hayat sahibidir. Daha itibarlıdır; zira irâde sahibidir. Daha mükemmeldir; çünkü idrâk sahibidir. Daha nezihtir; çünkü letafeti vardır. Kabiliyetçe daha cami ve daha zengindir; çünkü kâinatın fihristesi, özü ve özetidir. Ebede daha lâyık ve daha müştaktır; çünkü Samediyet’in aynasıdır.
İşte bu özellikler ruhun birlik ve bölünmezliğinden haber vermektedir. Fikren terakki etmeyen âmi bir insan bile “ben” derken, vücudunun, göz, kulak, diş, tırnak gibi azalarını kastetmez. Maddi cismaniyetinin ötesinde bir mücerred mâhiyeti anlatmak ister. İşte bu mâhiyet birdir, müteaddid olamaz. Ruhun birliği vicdanen ve hissen bilindiği gibi, aklen de sabittir. Ruhun bedene hâkimiyeti, birliğiyle mümkündür. Malumdur ki, bir insanın hayatını salimen sürdürebilmesi, menfaatlerini celbedip, zararlarından sakınabilmesi,
bedene hâkimiyeti ile olur. O da, ruhun birliğine bağlıdır. Yâni, insanın hayatı, zahirî ve batınî bütün duygularının bir tek ruhun emrinde olmasıyla devam eder ve semeredâr olur.
Göz, ruha pencerelik yapacak; ayaklar, onun istediği istikamete gidecek; kulak onun hesabına dinleyecek; hâsılı bütün kuvve ve iştihâlar onun emrine girecektir. Aksi hâlde, yâni, her organ ve kuvvetin kendi başına hareket etmesi ve mesâisini ve gayretini bir merkez nânıma yapmaması hâlinde vücut harap olacaktır.
Hakikat şu ki, el bir şeyi tutarken kendi nânıma tutmamakta; ayaklar kendileri için yürümemekte; göz kendi zâtı için seyretmemektedir. Diğer hisler de bunlara kıyas edilebilir. Bütün bunlar, ancak bir merkeze bağlanmak, bir ruhtan emir almakla faydalı hizmetler vermektedirler.Ruhun birliği kabul edilmeyince hücreler, hattâ zerreler adedince ruhların kabulü lâzım gelecektir. Burada Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika misâline dikkat edelim:
“Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşcikler ve çeşit çeşit renkler, Güneşin cilve-i aksine ve in’ikasının tecellîsine verilmezse, bir tek Güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir.”
Aynen bu misâl gibi, bir tek ruhun inkârı hâlinde, ruhun yaptığı bütün vazifeler, faraza, beyindeki veya kalpteki her bir hücreye yüklenecektir. O takdirde, beyindeki bir hücre, aynı anda hem görüp işitecek, hem tadıp hem koku alacak, hem sevinip hem üzülecek, hem coşup hem sükûnete kavuşacak, hem düşünüp hem hayâl kuracaktır. Bu ise, yüz derece akıldan uzaktır.