Ruhun Vicdanla Münasebeti
Vicdan, insanın kendi fiil ve hareketlerini tetkik ve muhakeme ederek, lehinde veya aleyhinde hüküm veren, sadık bir hâkim ve gizli bir histir. Bediüzzaman Hazretleri de vicdanı şöyle tarif eder:
“Vicdan, fıtrat-ı zîşuurdur.” 27
Vicdan, aklın temyiz kuvvetidir. Ruh aklın, akıl da vicdanın tanzim ve tedbiriyle hareket eder. Şu hâlde akla dayanan hâllerin ıslâhı vicdan ile olur. Vicdan temyiz mahkemesine benzer. Akim fiil ve hareketlerinde, isabet edip etmediğine o karar verir.
Akıl, düşünce ve tasarruflarında vicdana karşı sorumludur. Vicdana müracaat etmeyen mes’uliyetsiz bir akıl, nefsanî arzulara daima mağlûb olur. Ruhun kemâlât arşına çıkması için, akıl ve vicdanın imtizacı şarttır.
Vicdan dahi hakikati görmekte bir ziyâya muhtaçtır. Bu ziya ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Vicdan Kur’an’la aydınlanırsa, ruh için şaşırtmaz bir rehber olur.
Vicdan insanın iç âleminde bir nazır, bir müfettiş ve emr-i manevîdir. Bu lâtife, maddeden mücerred olan adalet, istikamet, gazab ve zulüm gibi manevî mefhumlarla meşguldür. Hem bilen, hem de bildiğini bilen bir kuvvedir.Evet, bilmek başka, bildiğini bilmek başkadır.
Eğer dikkat edersek, ezelde ruhumuzun derinliklerinde bize tevcih edilen Hitab-ı Sübhâniyye’yi dinleyebiliriz. O ezelî hitap, ruhumuzun kulağına, her an “Halikınızı ve Rabbinizi unutmayınız.” diye nida etmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği bir marifet nuru olan vicdan, hayrı kabul ve şerri reddeden, haksızlığı kabul etmeyen emin bir mürşittir. Saadet, istikamet, nefis muhasebesi, tedbir, insaf, merhamet ve adalet gibi ulvi hasletler vicdanın mümeyyiz vasıflarındandır.
Vicdanın en önemli ve en birinci özelliği, insana sonsuz aciz ve fakir olarak yaratıldığını her zaman hatırlatmasıdır. Böylece insanı, Halık’ını aramaya sevk eder. “Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.”28 İnsan, bütün düşmanlarına karşı onu koruyacak bir Kadir-i Mutlaka dayanır ve Ondan medet ister. Bütün ihtiyaçlarını yerine getirecek bir Ganiyyi Rahim’in dergâhına iltica eder. Her vicdan sahibi bütün bu kâinatı ve içindeki eşyayı ona hizmet ettiren bir zatın varlığını kabul eder. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“ Akıl ta’til-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir.”29
“Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır.”30
Ayrıca insanın uzun yaşama arzusu, ölmek istememesi de onun vicdanındaki beka arzusundan kaynaklanmaktadır. Zira insanın vicdanında bekaya arzu ve ebediyete meyil ve iştiyak vardır. Bediüzzaman bu hakikatı şöyle ifade eder:
“İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur.” 31
Bundan dolayıdır ki, hiçbir insanın, vicdanından gelen “Necisin? Neredengeliyorsun? ve Nereye gidiyorsun?” gibi müthiş suallerin cevabını düşünmemesi ve onların cevabını bulmadan huzur ve rahata kavuşması mümkün değildir. Bazı kimseler zaman zaman vicdanlarını rahatsız eden bu gibi suallerin cevabını düşünmeden işi halletmeye çalışırlar. Hâlbuki inanma hissi insanın fıtratında ve vicdanında dercedilmiştir. Bazıları da bu fıtri hissi teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak bulmaya çalışmışlardır. Bir kısmı da insana uluhiyet isnat etmiş, kimisi de kendileri gibi mahlûk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara ve sığıra taparak dalalete sapmışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri insanın ancak Allah’a ve ahirete iman etmesiyle vicdanının tatmin olacağını şöyle ifade eder:
“Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam, kalben ve ruhen pekçok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.”32
Hakkı kabul, haksızlıktan nefret etmek vicdanın şanındandır. Vicdan o kadar doğrudur ki, sahibini her zaman mahkûm etmekten çekinmez. Bunun içindir ki, “Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir-i sadıktır.” sözü darb-ı mesel olmuştur.
Vicdan, verdiği hükümlerde yanılmaz ve aldanmaz. Zira vicdanın müsteşarı akıl ve ilimdir. O, daima adalet ve insafı, ittifak ve ülfeti sever. Hasenattan hoşlanır, seyyiattan nefret eder. O, insanın akıl ve hakikate muhalif işlerinde, onu ölünceye kadar tazîb eder. Hayır ve hasenat yaptığı zaman ise, onu huzur ve saadete gark eder. Bu dünyada vicdanen rahat olmak kadar tatlı bir şey yoktur.
Haksızlık ve zulüm yapan bir insanın vicdan azabı çekmemesi mümkün değildir. İnsanın taşıdığı vicdanı, yaptığı zulüm ve kötülüklerden dolayı daimasahibini tazip eder. Öyle ise bir insan, bir fiili işlemeden önce çok iyi düşünmeli, eğer yapacağı iş, dünya ve ahiretine zararlı ise terk etmelidir. Hatta müftü o işin yapılmasına fetva verse bile o kendi vicdanına danışmalı, eğer vicdanen rahat ediyorsa o işi yapmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)
“Müftü (senin lehine) fetva verse de sen yine kalbine danış (üç defa tekrar ederek).”
buyurmaktadır. O hâlde tutum ve davranışlarımızda “Vicdanımıza soralım. Bakalım o ne hüküm veriyor. Hâlimizi ve efâlimizi beğeniyorsa ne büyük şeref, ne büyük nimet! Beğenmiyor ise, kusurumuzu anlayıp ıslahına çalışalım. Onun halisane nasihatlerini can kulağıyla dinleyelim ki, saadet ve selamet ondadır.”
Bir Arif-i Billâh da vicdana şöyle sesleniyor:
“Ey Vicdan! Ey nur-u irfan! Seni hakkıyla kim tarif edebilir. Sen melekut âlemine mensup mücerret bir mana-yı muallasın. Letafet ve nezahette ancak ruh sana şerik olabilir. Ruh nasıl göze görünmezse, nasıl idraki mümkün değilse, nasıl latif ve şerif bir cevher-i nuranîyse sen de öylesin. Evet, her ikinizin mahiyeti de biz insanlara göre birer muammadır. Fakat mevcudiyetiniz faaliyetiniz ile bilinir.”
“Ey Vicdan! Ey Feyz-i Yezdan! Âlem senin ulvî şanına hayrandır. Hayır ve şerri, hak ve batılı gayet kat’i bir isabet, bir vukuf ve irfan ile tefrik ve temyiz ederek doğru yolu bize gösteren sensin. Hasenatımızı takdir, seyyiatımızdan dolayı bizi tevbih ve tazip eden, iyiliğimizi isteyen sensin. Kalbimizin serir-i saltanatında senin gibi bir hükümdar-ı adilin bulunması bizim için ne büyük bir saadettir!..”
“Ey Vicdan! Ey Mürebbi-i insan! Beşeriyet her zaman senin irşadına muhtaçtır. Biz eminiz ki, dünyada beşeriyet bulundukça sen bu lütf-u irşadı esirgemeyeceksin. Şayan-ı teessürdür ki, her vakit emir ve irşadına muhalif hareketlerde bulunanlar da oluyor. Keşke onlar seni dinleselerdi de ebedi bir azap ile mahkûm ve muazzep olmasalardı.”
Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfu, keremi ve inayeti aşikârdır. Her hayır ve nimetin, saadet ve huzurun tükenmez menbaı yine O’nun ihsanıdır. Faraza Cenab-ı Hak, kullarından şükür istemese bile insanın vicdanı, böyle rahmet ve kerem sahibi bir Zat’a karşı sonsuz hamd ve şükretmeyi emreder. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü darb-ı mesel olmuştur. İnsana verilen kalp, ruh ve akıl gibi enfusî nimetler ile göz, kulak ve dil gibi afaki nimetlerin hatırı ve şükrü nasıl ödenir? Her insan vicdanen bilir ki, başta vücudu olmak üzere bütün bu nimetler hep Allah’tandır.
Bediüzzaman bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünki kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak o vücud hâvi olduğu garib san’at, acib nakışların şehadetiyle, bir Sâni’-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. Ve keza esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’al-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’alin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husulünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.”33
Dipnotlar:
27. Mesnevi-i Nuriye.
28. Mesnevi-i Nuriye.
29. Mesnevi-i Nuriye.
30. Sözler.
31. Sözler.
32. Şualar.
33. Mesnevi-i Nuriye.