Hikmet Dersleri

Ruhun Gayesi

Gaye, eşyanın var olma sebeblerinden biridir. Yâni, herhangi birşeyin vücud bulmasının bir sebebi o şeyde gözetilen gayeler ve ondan beklenen semerelerdir.

Gaye, eşyanın kıymet ve bekâsının da sebebidir. Meselâ, biri dikiş iğnesi,diğeri ise, elektronik beyin imâl eden iki fabrikanın kıymet ve önemi elbette bir değildir. Her fabrika, gayesinin büyüklüğü nisbetinde kıymet kazanır. Kâinatta her şeyin bir gayesi vardır. Ve o gaye, onun vücuduna sebebtir. Her şeyin kıymeti gayesiyle ölçülür. Bu hakikat, bütün mevcudat için geçerli küllî bir kanundur.

İnsan, kâinat ağacının en mükemmel meyvesi ve en kıymetdâr neticesidir. Bütün mevcudatın insanın imdadına koşması ve onlardan hâsıl olan faydaların insanda toplanması etmesi gösteriyor ki, bu kâinatın yaratılmasından maksat insandır; daha doğrusu insan ruhudur. Kâinat da bu ruha hizmetkârdır, insan bedeni de. Biri sarayı ise, diğeri menzili; biri hanesi ise, diğeri libâsıdır. Cenâb-ı Hak, insan ruhunu, marifetlere mahal, faziletlere merkez, âlemlere santral olabilecek keyfiyette yaratmış ve her şeyi onun emrine vermiştir.

İnsanın, ruhunda duyduğu hadsiz sürûrlar, zihninden geçen yüksek fikirler, kalbine doğan âli hakikatlar gösteriyor ki, bu derece keyfiyetçe kıymetli insaniyetin gayesi elbette kâinattan daha büyük olmalıdır. Ne kâinat, ne de kâinattaki herhangi birşey, ebed için yaratılan ve ebede namzet olan insan ruhunun gayesi olamaz. Kâinattaki herhangi birşeyi ruha gaye te vehhüm etmek, “terakki” ve “tekâmül” kanunlarına zıt düşer. Çünkü kâinattaki her hakikat bir sonrakine hâmiledir. Çekirdek ağaca, yumurta tavuğa, bulut yağmura… hâmile olduğu gibi, ruh da elbette kendinden ve kâinattan büyük bir hakikata hâmile olacaktır. Bu hakikat, kulluktaki esrarın inkişafiyle, Allah’a iman etmek, yalnız O’nu hakikî Mâ’bud tanıyıp, O’na ibâdet etmek ve O’ndan yardım dilemektir. İşte ruhun gayesi budur.

Bunu bir misâlle izah edelim:

Faraza, bir fabrikada üretilen elektronik beyinin düşünebilme kabiliyeti olsaydı, herhalde önce kendi kabiliyet ve liyâkatine bakar, kendisine bu derece ehemmiyet verilmesini, ince ve dakik olarak yapılmasını, koskoca fabrikanın kendisi için çalıştırılmasını düşünür ve kendi kendine şöyle derdi: “Bu kadar masraflar, benim için yapıldığına göre, elbette benim bir vazifem olmalı. Ben başıboş olamam. Benim varlığım, benim illetim olamaz. Yâni, bu fabrika ben, “ben” diye kurulmamıştır. Ben ancak, katalogumda yazılan gayeler için yapılmışım.”

Bu misâl gibi, insan da kâinat fabrikasında binbir nakışlarla dokunmuş; kafasına, kâinattaki bütün incelikleri tartıp tanıyabilecek akıl tacı takılmış; göğsü en ince hissiyatlar, en lâtif duygularla bezetilmiş bir mahlûktur. Mevcudatın nizâmında, onun farklı bir yeri ve ayrı bir ağırlığı vardır. O, zeminin sultanı, mevcudatın en şereflisi, kâinatın semeresidir. İnsan, kendi kabiliyetlerine,kâinat içerisindeki ehemmiyetine ve kâinat ile olan münasebetlerine dikkat etse, anlar ki, “Ben semâvat, arz ve cibâlin yüklenmekten âciz kaldıkları bir emaneti deruhte etmişim. Benim bütün hayat sahiplerinden farklı bir hususiyetim var. Bütün mevcudatın tesbihat ve ibâdetlerini külli bir şuur ve idrâk ile dergâh-ı İlâhî’ye takdim ediyorum. Bu mânâ için yaratılmışım.”

Daha sonra, bu vadide tefekkürünü derinleştirerek, düşüncelerini şöyle sıralar: 7

“Tat ve kokularıyla, şekil ve letâfetleriyle, kıvam ve güzellikleriyle ne kadar zengin ve hârika sofralarla taltif edilmişim.”

Ya sarayım!

“Güneş gibi bir lâmba ile bezetilmiş, yıldızlar gibi avizelerle süslendirilmiş, kamer gibi gece lâmbasıyla tezyin edilmiş. Bahar bir halı gibi güna gün çiçeklerle ziynetlendirmiş ve benim emrime verilmiş.”

Ya idrâkim!

“Bu muhteşem âlemleri anlayabilecek, kâinatın geniş tabakalarında gezebilecek bir vüs’at ve keyfiyette yaratılmış. Zaman ve mekânı aşarak, şu uçsuz bucaksız kâinatın maverasında, mutlak hakikati sezebilecek bir kabiliyet taşıyor.”

Ya kalbim!

“En ince hissiyatlarla, en lâtif duygularla bezetilmiş ve o kalbe, kâinatı kuşatabilecek bir muhabbet, bütün mahlûkatı kucaklayabilecek bir şefkat takılmış…”

Ya hayatım!

“Esmâ-i İlâhiyye’ye âit garaibin fihristesi, hem şuûn ve sıfat-ı İlâhiyye’nin bir mikyası… hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı… hem bu âlem-i kebîrin bir listesi… hem şu kâinatın bir haritası… hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi… hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi… hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.”34

“Evet, benim bu kabiliyetlerim, bu özelliklerim gösteriyor ki, ben büyük bir mânâ ve ulvî bir gaye için yaratılmışım. Kâinat, bu gayeye hizmet etmem için benim emrime verilmiş. Bana yapılan bu kadar masraf, gösterilen bu kadar ihtimam, hep insaniyete lâyık bir gaye taşımam içindir. Madem, kâinat benim hizmetkârımdır. Ben, hizmetkârıma hizmet edemem. Hayatımın hıfzı, hakikati ve bekası için kâinat bana ağuşunu açmış, ya ben gönlümü kime açayım? Ben ki, arzın halifesiyim, benim gönlümün sultanı kimdir? Belki kâinatın tacıyım, kalbimin sertâcı kimdir? Ben ki, kâinatın gayesiyim, benim gayem nedir?”

Evet, bir tek elektronu dahi çekirdek etrafında gayesiz döndürmeyen Hâkim-i Mutlak’ın, insan ruhunu gayesiz, neticesiz, semeresiz bırakması düşünülemez. Ruhun gayesi bilinmekle, kâinatın yaratılış sırrı çözülmüş olur. Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz hikmeti, rahmeti, inayeti, bütün berraklığıyla tezahür eder.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 35

âyeti, ruhun gayesinin şükür ve ibâdet olduğunu açık bir şekilde ifade eder.

Kâinat sarayı ve içindeki her şey, ruhun bu âli gayesine erişmesinin yolları, vesileleri, vasıtalarıdır. “İbâdet” ifâdesinin içinde tesbih, tahmid, tekbir vardır; ta’zim, tevhid, tehlil vardır; zikir, fikir, şükür vardır. Hakîm-i Mutlak, ruhun, bu vazifeleri yerine getirebilmesi için onu hassas bir mîzan, doğru bir mikyas, mükemmel bir harita, cami bir ayna, güzel bir takvim olarak yaratmıştır. Ruhun en güzel şekilde yaratılmasından gaye, güzellerin güzeli olan Hak Teâlâ’yı güzel anlamak ve mutlak güzel olan kemâl sıfatlarını tanıyarak, cüz’î iradesiyle O’nun külli irâdesinin istek ve meşietindeerimektir. Ruh, bu ulvî vazifeleri kemâliyle yapmak ve böylece Allah-u Azimüşşân’ın isimlerine, sıfatlarına ve şûunatına bir ölçü ve mîzan olmak için yaratılmıştır.

İnsan her şeyin hikmetle, yerli yerinde yaratılmasını görmekle, Cenâb-ı Hakk’ın Hakîm ismini; kâinattaki rızıkların verilmesinden Hak Teâlâ’nm Rezzâk ismini; her şeyin ilim ve kudretle yaratılmış olmasından Alîm ve Kadir isimlerini okuyabilir. Güç ve gayreti nisbetinde terakki ederek doksan dokuz isme, hattâ binbir isme ulaşır. İsim müsemmasız, sıfat mevsufsuz olamayacağı için, Cenâb-ı Hakk’ın, isim ve sıfatlarının, kâinattaki tezahürlerini okuduktan sonra, Zât-ı Akdes’in, rü’yetine, cemâline iştiyakı uyanır. Rü’yete ebediyyen mazhar olabilmek için azim gayretler gösterir. Bilir ki, ibâdet yalnız O’na mahsustur; şükür yalnız O’nun şanına lâyıktır; hamd yalnız O’nun ulûhiyyetine hastır. Arş ve ferşi çınlatan bir vecd ve hayret içerisinde nihayetsiz bir minnettarlık ile kalbini, ruhunu ve bütün latifelerini O’nun emrine verir. İşte ruhun gayesi budur.

Bu hakikati, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nden dinleyelim:

“Mâhiyet-i hayat, esmâ-i İlâhiyye’nin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mîzan ve Hayy-ı Kayyûm’un manidar ve kıymetdâr isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir.”

Evet, O şefkatı ve ikramı bol olan Rahîm-i Kerîm, sonsuz fakirlik üzere yarattığı insanı, nihayetsiz bir şefkat ve keremle beslemekle, insan ruhunun önüne azim bir hamd ve şükür levhası koymuştur. İnsanın nimetlendirilmesinden maksat, ruhun bu kudsî mânâlara vukûfiyeti, Cenâb-ı Hakk’ı, Mün’im, Muhsin, Mücemmil, Mufaddıl gibi esmâ-i cemile ile tanıyıp, ihsanına perestiş, in’âmına teşekkür, ikramına tahabbüble mukabelede bulunmasıdır.

Yine O Kadir-i Zülcelâl, insanı mutlak bir acz üzere yaratmakla insan ruhunun nazarına, bedendeki bir hücrenin tedbirinden tâ arz ve semâvâtm tanzimine kadar geniş bir tefekkür levhası koymuş, onu takdir, tahsin ve tekbire davet etmiş, tebcil ve ta’zime çağırmıştır.Bu levhalarda, hikmet, inayet, adalet, ilim, irâde gibi daha nice İlâhî hakikatlar görülebilir ve okunabilir. İnsan ruhu, bu hakikatları idrâk edip kavramak ve bunlara ayine ve mazhar olmak üzere pek çok âlet ve hissiyatla, sıfat ve ahvâl ile donatılmıştır.

Cenâb-ı Hak, her biri nihayet derecede güzel olan isimlerini, bu hayretfezâ âlemde tecellî ettirmekle birlikte, insanı da nihayetsiz cemâl, celâl ve kemâline karşı tahsin, takdir, tebcil, ta’zim, tahmidle mukabele edecek bir mahiyette yaratmıştır. İşte bu mahiyetteki bir ruhun gayesi;

“Aczini bilip, Kudret-i İlâhiyye’ye iltica, zaafını görüp, Kuvvet-i İlâhiyye’ye itimad, kusurunu görüp, afv-ı İlâhî’ye istiğfar, nakşını görüp, kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır.”

“Esmâ-i İlâhiyyeyi murassaatiyle bilerek süslenmek” ve “Her bir ismin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami olmaya çalışmak” tır.36

Bahsimizi yine Risâle-i Nûr müellifinin beyanlarıyla sona erdirelim:

“Ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok mânâlarıyla bildim ki, bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlık’ımın muhît ilmini, irâdesini, sem’ ve basar, kudret ve hayat gibi evsâfını, muhabbet, gazab ve şefkat gibi şuûnâtını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolu daha buldum.”

Ruhun gayesi, bu marifet yollarında ilerlemek, Muhabbetullah’da kat-ı meratip etmek ve kemâlâta yükselmektir.

Dipnotlar:

34. Sözler.
35. Zariyât Suresi, 51/56.
36. Bediüzzaman Said Nursî.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu