Aziz ve Muhterem Kardeşim Hüseyin Bey
Mektubunuzda “Müsbet hareket ne demektir? Mânası ve ehemmiyeti nedir?” diye soruyorsunuz. Kardeşim, mâlumunuz olduğu üzere Hz. Üstadımızın en son dersi “Müspet Hareket”tir. Risale-i Nurlardaki fikri kanunlar ve umumî düsturlar dikkatle tetkik edildiğinde en fazla üzerinde durulan konunun, hâkim unsurun itidal ve müsbet hareket olduğu görülür. Niçin müsbet hareket üzerinde bu kadar tahşidat yapılmış, mutedil davranmamız emredilmiştir. Cevap açıktır. Çünkü itidalde zarar yoktur. Hizmetimizin bugünkü seviyesi, katedilen yol, müsbet hareketin neticesidir. Her zaman olduğu gibi bugün de vazifemiz, itidal-i dem ile, sarsılmamak, adavete girmeden, hiddet göstermeden Üstadımızın muvaffak olmuş düşüncelerini, gerçekleşen ideallerini, bir asırlık emek ve emellerini gayet itina ile yaşatmak ve bu ölçü içerisinde cemaatımızın potansiyelini devam ettirmektir. İşte, bizlerden beklenen vazife budur.
Müsbet hareket ve itidalde hizmetimiz açısından çok mühim esrarlar mevcuttur. Çünkü itidal ve müsbet hareket ile nazar-ı dikkatler celbolunmaktadır. Davranışlanmızdaki zarafet, hareketlerimizdeki şuuri mi-zacımızdaki itidal, tevazu ve mahviyet sair insanların dikkatlerini Risale-i Nurlara çekmektedir. Demek ki hizmetimiz açısından mutedil davranmak her mü’mine karşı da vazifemizdir. Şu hakikati açık bir şekilde belirtelim ki, cemaatımızı büyüten esasları muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Cemaatımız itidalle, müsbet hareket ile büyür, ümitle yaşar, teselliden zevk alır, ye’sin burnunu kırmak, istinadgâhın kuvvetli olduğunu nazara vermekle şevk ve gayrete gelir. Bilindiği üzere, mutedil davranmak cemaatımızın dirayet ve kuvvetini arttırmış, itibarını yükseltmiş, avam-ı nasa da nokta-i istinad olmuştur.
Hâlbuki karamsar tablolar, ruhu karartır, şevki çökertir, cemaatımızı hırçın yapar, azmi yıkar. Böyle bir hal, sürekli devam ederse, alışkanlık ve meleke haline gelebilir, belki de belli bir merhaleden sonra hizmet ölçülerinde sekte, değerlendirmelerde isabetsizlikler ortaya çıkabilir. Bu gibi durumlarda insaf ve hakperestlik yerine, zaman zaman fikirde kuvvetli ısrara, tarafgirliğe, inada terkedilebilir. Eğer bir cemaatteki, olgunluk ve istikrar, yerini cerbeze ve hissiyata terkederse, o cemaatın görüş ufku daralır. Hissiyat kesif ve sis gibi olduğundan ister istemez hakikat gizlenir. Üstadımız ebna-i mazi ile ebna-i müstakbeli mukayesede, mazi ülkesinin bir kısım seyyiatlarını zikrederken şu hususlar üzerinde durmaktadır:
Seyyiatlardan birisi, herbir emirde -velev bilcümle olsun- istibdat ve tahakkümün olması, diğeri, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten ziyade, gayrın mesleğine husumet etmeye ziyade ihtimam gösterilmesi, bir başka seyyiat, bir şahsa husumetin, bir başkasına muhabbet suretinde tezahür etmesi, diğeri: iltizam, taassup ve taraftarlığın müdahale etmesiyle hakikatin keşfine mani olmasıdır. İnsanın hissiyatındaki istibdadı üç şekilde tasnif etmektedir. Bunlar galiben taassup, tadlil-i gayr ve safsatadır. Hem, bu her üç özelliğin de hem şeriata, hem uhuvvet-i İslamiyeye, hem de teavün-ü fıtriyeye münafi olduğunu beyan buyurmaktadır. Hâlbuki ebnayı istikbalde, kuvvete bedel hak, safsataya bedel bürhan, tab’a bedel akıl, hevaya bedel hüda, taassuba bedel metanet, garaza bedel hamiyet, müyûlat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukul ve hissiyata bedel efkârın hükümferma olacağını müjdelemektedir. İşte, bu sayılan müspet vasıflar Nur talebelerinin vasıflarıdır. Bu vasıflarla birlikte, Nur Talebeleri gittiği her yere inancı, güven ve ümidi götürür. Sükûnet, güven ve itidali çok güzel temsil eder, üzerine vâcip olan itidal meşrebini sözüyle tasdik ettiği gibi, fiiliyle de yaşar.
Hz. Üstadımız hadiseleri değerlendirirken, her hadisenin sebeb-i zahirisi yanında, sebeb-i hakikisinin de bulunduğunu, sebeb-i hakikinin kadere taalluk ettiğini, kaderin de o hadisenin gizli sebeplerine bakıp adalet ettiğini beyan buyurmaktadır. Nitekim bu ölçüyü Kastamonu Lahikası’nda “Risale-i Nur’un bir kaide-i esasiyesi” şeklinde belirtmektedir. Sözler’deki “Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevi çiçeklerin inkişafı vardır.” ifadeleri de hayat ve hadiselere bakış gözlüğümüzü ortaya koymaktadır. “Huzma safa, da’ ma keder” kaidesiyle, kâinatta hayır ve güzelliğin asıl, şerrin tebei olduğunu bilen Nur Talebeleri, her hadisenin güzelliklerini görür, cemaatını da hadiselere böyle baktırır. Nitekim Üstadımızın, “Güzel gör, hem güzel bak, ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün, ta leziz hayatı bulmalı. Hayat içinde hayattır hüsnü zanda emeli, su-i zanla yeistir saâdetin muharribi, hem de hayatın katili.” cümleleri hadiselere bakış objektifimizi ne kadar net ve beliğ tarzda ifade etmektedir. Demek ki yağmurlu günlerde, nazarımızı etrafın çamurundan ziyade, yağmur perdesi altındaki hikmet çiçeklerine bakmak ve müstakbeldeki gül ve gülistanlara çevirmek gerektir. Yağan yağmur ile havanın yıkandığını müşahade etmek, bulutların semadan yere doğru muhteşem tüller gibi inişini temâşâ ederek ortaya çıkacak güzellikleri görmek, cemaatımıza da göstermek Nur’un meşrebindendir.
Malumdur ki, müsamaha ve toleransın kırıldığı, sevgi ve saygıya itibarın olmadığı cemaatlerde nefret neşv-ü nema bulur. Muhabbetin yıkıldığı, uhuvvetin parçalandığı kalplerde med ve cezirler meydana gelir. İnsanların kalp ve gönüllerinde, his dünyalarında kapatılması müşkil uçurumlar ortaya çıkar. O zaman hislerdeki nefretleri, gönüllerdeki çalkantıları tedavi etmek için, objektif düşünceler, ilmî tahliller yalnız başına yetersiz kalır. Hatta ahlâki telkinler bile gerekli tedaviyi göstermez. İşte, bu gibi pozisyonlarda, hâkim meşrep, hilm olmalıdır. Her Nur Talebesi, akla istinad ile birlikte muhabbet ve toleransı istimal etmeli, hissiyatını nurlardaki hakikatlere tabi kılarak, hissiyat ve enaniyetinden tecerrüd edip, bu hakikatleri cemaat ile birlikte ve tesanüdü muhafaza edecek şekilde kucaklamalıdır ki, ta kalpler muhabbet ile bağlanabilsin, cemaat muhafaza olunarak neşv-ü nema bulsun, gönüller birbirine ısınsın.
Risale-i Nur, ism-i Hakîm ile ism-i Rahim’e mazhardır. İsm-i Hakîme mazhariyet, fikir ve düşüncede, ilim ve tefekkürde, derinlik ve incelik kazanmaktır. Tefekkür, zahirde göründüğü kadar pek kolay değildir. Zamanın haline vukufiyet ile birlikte iyiyi, doğruyu, makulü, hakikati külli bir bakış, geniş bir ihâta ile değerlendirebilme dirayetidir. Nitekim Hz. Peygamber Aleyhisselat-ü Vesselam’ın “Bir saat tefekkür 60 yıl nafile ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifi tefekkürün nefsülemirde ne kadar güç ve çetin olduğunu göstermektedir.
Tefekkür, ferdin şahsiyet ve kemalatını arttırır. Mantık ve muhakemesine kuvvet verir. Ancak, yalnız başına tefekkür, cemaatın ittifakı için kâfi değildir. Bu sebeple İsm-i Hakîme mazhariyetin yanında, ism-i Rahime mazhariyet de gerekli ve lüzumludur. İsm-i Rahime mazhariyetin en geniş manası şefkattir. Beşuşiyet ve tebessüm, müsamaha ve hoşgörü, incitmemek, kırmamak, taltif ve müzaharet, tevazu ve mahviyet gibi sıfatlar, ism-i Rahime mazhariyetin tezahürleridir. Bu asrın icabı olarak her Nur Talebesinde ism-i Rahime mazhariyet, ism-i Hakîm’e mazhariyetten daha galip olmalıdır. İsm-i Hakîm özellikle ferde bakarken, İsm-i Rahim cemaata bakar. Kemâl iki ismin birlikte tezahürüdür. Bu asırda herkes şefkate muhtaçtır. Samimiyete hasrettir. Herkes, tebessüm eden bir sima, samimi bir teveccüh, kırmayan ve incitmeyen bir lisan, tatlı bir bakış aramaktadır.
Bu hakikati cemaatımız açısından değerlendirecek olursak, malum olduğu üzere cemaatımızın ekseriyeti davaya, muhabbet ve hüsn-ü zanla bağlıdır. Risale-i Nurları sürekli tetkik ve tetebbu edenler ise ekalliyette kalmaktadır. Ekseriyet, davaya muhabetle bağlıdır. Bizlerin en büyük vazifesi onların bu ahvallerini devam ettirmektir. Bu da ancak şefkat ve muhabbetle, iltifat ve beşuşiyet ile ahlâk ve sabırda nümune-i imtisal ve güzel seciyelerin inikâsında mükemmel bir ayine olmamızla mümkündür. Evet… cemaat şefkat ile muhafaza edilir.
Şefkat ile şevkler uyanır. Muhabbetle kalpler rabtolunur.
Bu milletin ebedî hayatını kurtarmak için, azami tevazu ve mahviyet lâzımdır. Üstadımızın beyan buyurduğu, “Said tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazuy-u mutlaka içinde bulunmak şarttır; Ta ki Risaletin Nuru bulandırmasın, tesirini kırmasın.” sözü, bu hususlarda bize rehberdir.
Kabul etmek gerektir ki, çok zaman bir tebessümün, bir müsamaha ve toleransın yerini, çok şey dolduramaz. Çünkü ism-i Rahim şifa hassası taşır. İsm-i Rahim’e mazhariyet hastalıkların, yara ve çıbanların üzerine pamuk ile gitmeyi gerekli kılar. Nur Talebesi, fazilet ve kemalat ile cemaatın omuzları üzerine çıkmaz; altına girer, cemaatını yükseltir. Hıfz ve tesanüdüne azami ihtimam gösterir.
Elhasıl, Risale-i Nurun meşrebi muhabbettir. Mesleği, müsbet harekettir. Yolu, istikamet ve ihlâstır. Lisanı, kavl-i leyyindir. Mizacı, beşuşiyettir. Karakteri, enaniyetten tecerrüd ile azami ihlâs, azami sadakat, azami şefkat, azami şevk ve azami fedakârlıktır.
Bir noktanın belirtilmesinde de fayda vardır. Malumdur ki, insanın hislerini yükselten karakterlerini yücelten “ideal düşüncedir” Risale-i Nurların müstesna vasıflarından birisi de ideal düşünceyi dimağlara nakşetmesi” metotlu düşünme yolunu” idraklere kazandırmasıdır. Bu sebeple hadiseleri değerlendirmemizde, tespitlerimizin belirlenmesinde “telif ve çıkış noktamız” Risale-i Nurlardır. Nurlar, akıllarımıza terazi, kalplerimize ziya olduğundan görüş ve ufkumuz ne nisbette nurun hamuruyla yoğrulursa, o derece fikirlerde isabet kaydedilecektir.
Nur Talebelerinin hâkim karakteri Risale-i Nurların ölçü ve kıstasları içerisinde hadiseleri gerçek veçhesiyle tespit etmektir. Tesbitte mümkün olduğu ölçüde tam isabet kaydedebilmek ve yanılmamak için bazı şartlar lüzumlu ve zaruridir.
Meselelerimizin tezekkür edilmesinde ilk ve en mühim şart “tecerrüddür.” Yani, bir mesele müzakare edilirken, enaniyetten, hissiyattan, tarafgirlikten, peşin hükümden, ferdiyet ve şahsiyetçilikten ayrılmaktır.
İkinci şart, Allah için, safiyet ve ihlâs ile hak namına, hakikati tesbit etmektir. Meseleleri değerlendirmede merhaleler, evvela, esasları kavramak ve belirtmek, sonra tahlil ve tasnif etmek, mukayese ve muhakeme ile sonuçlandırmaktır. Hedef, itham ve tahkir etmekten ziyade hadiseleri değerlendirmektir. Bunun için de hakikat-ı hâle nüfuz etmek şarttır. Hakikate nüfuz edilmezse, onu kendi zihnî kalıplarımıza uydurmak gibi bir yanlışlığa düşebiliriz.Tanzimattan beri Osmanlıların son devirlerindeki fikir ve düşünce hayatındaki isabetsizliklerinde, zikrettiğimiz bu yanlışlığın büyük payı vardır.
Üçüncü şart, ekseriyetin görüş birliğine vardığı fikri paylaşmaktır. Meşveretten süzülen esasları almaktır. O havuzda erimek, “nahnu” manasını kabullenmektir.
Dördöncü şart, meşveret neticesi ortaya çıkan görüşü hassasiyetle yaşatmaktır, devam ettirmektir. Böylece cemaatın tensibine, görüş ve düşüncesine ayna olmaktır. Müşavere neticesi ortaya çıkan görüşün tesirini kıracak her türlü ahval ve hissiyattan şiddetle kaçınmak, titizlikle bu fikrin devamına azami gayret göstermektir.
Bu dört şart, -kıyamete kadar- her Nur Talebesinin her daim tazelenmesi gereken bir dersidir. Ve her zaman temessük etmesi lâzım gelen değişmez düsturudur. Rızaya nailiyet, sırr-ı ihlâs ve tesanüd bu düsturların içinde aranmalıdır.
Evet, ferdin meziyetleri, dahi de olsa mahduttur. Cemaatın ise, feyz ve bereketi, maharet ve meziyeti nihayetsizdir. Birinin ihlâsı, diğerinin duası, bir başkasının hâlis niyeti, bir araya gelerek manen bir güneş tesis edebilir. Fazilet, bu güneşin altına girmektir. Pek çok şeyden istiğna kemal iken, cemaattan istiğna dûn-himmetliktir. Büyük mürşitler bile, bu konuda müstağni kalmamışlardır.
Elhasıl, Nur Talebesinin değişmeyen karakteri enaniyetten tecerrüd ile hissiyattan sıyrılmak, cemaatına karşı fikrinde ısrar etmeden cemaatının tesanüd ve muhabbetine kendini mecbur bilmek, şevk ve gayretle hizmetinin tezyidine gayret göstermektir.
En çok duamız bu olmalı:
“Ya Rabbi! Aramızdan, içimizden bir mesele, bir ihtilaf çıkarma.”
Âmin. Âmin Âmin.