Gönül Damlaları

Sayın Cumhurbaşkanım

Hukukçular, içtimaiyatçılar ve bir kısım ehl-i ihtisas tarafından bir Anayasa taslağının hazırlandığı bu dönemde, meselenin hukukî ve şeklî incelikleri üzerinde duracak değilim. Ancak, maksadım milletten bir fert olarak, hasretini çektiğim ve bu milletin fıtratına uygun olacağına inandığım ideal bir Anayasa’nın ihtiva etmesi gerektiği esas umdeler üzerinde sadece bir fikir beyan etmekten ibarettir.

Kanaatimce, hazırlanacak Anayasa’nın, şu ana esaslar üzerine kurulması gerekir: Anayasa, vicdan-ı umumîye tercüman olmalı, kâinattaki kanun-u fıtratı esas almalı, insan unsurunun, terbiye ve eğitimini ön plânda tutmalı, hürriyet ve laiklik mefhumlarına ölçü ve açıklık getirmeli, milleti millet yapan başlıca unsurlardan biri olan dili (konuşulan Türkçeyi ) teminat altına almalı ve nihayet Anayasa, milletin maneviyat ve ahlakının, din ve mukaddesatının mukavimi olmalıdır.

1. Anayasa, Vicdan-ı Umumîye Tercüman Olmalıdır.

Vicdan-ı umumî milletin basiret gözü, hakikatin sönmez şimşeğidir. Bakışı net, feraseti keskin, şuuru külli, teşhisi isabetlidir. O yanılmaz. Değerlendirmeleri açık ve mübalağasızdır. Bir pusula gibi daima istikameti gösterir. Vak’a ve hadiseleri tartmada emsalsiz bir mihenk taşıdır. O, her şeyi olduğu gibi gösteren parlak bir aynadır; ne küçüğü büyültür, ne büyüğü küçültür. İkaz ve tebliğini, çoğu kere sükût ve acı tebessümle ifa eder. Bazan konuşmaması, lakaydlığının değil, hoşnutsuzluğunun ifadesidir. Hakikatları lisan-ı hal ile, harisiz ve kelimesiz, fakat müessir ve muknî olarak konuşur. Onun muhalefeti hiç birşeye benzemez. Onun “iyi” dediğine kimse “kötü” diyemez. Onun bir kere “mahkum” ettiğini de kimse “hakim” kılamaz. Dinini hafife alanları, mukaddesatına saldıranları, millet ve vatanına ihanet edenleri, engin denizler gibi sessizce boğar, tarih sahnesinden siler.

Evet, şurası bir hakikattir ki, bir milletin devam ve bekası hikmet ile kuvvetin bir noktada imtizacından hâsıl olur. Hikmet de, kuvvet de vicdan-ı umumînindir. Bunların bir noktada toplanmasiyle hakimiyet-i milliye hâsıl olur. O nokta ise devlettir. Yani devlet vicdan-ı umumînin bir cihette yed-i kudretidir, bir cihette de şuurudur, aklıdır. Devlet, vicdan-ı umumînin hem düşünce ve inancını, hem de kuvvet ve dirayetini temsil eder. İşte Anayasanın ana felsefesi bu olmalıdır. Ne zaman, devlet, vicdan-ı umumîden aldığı kudret ve kuvvet ile onun şuur ve temayülünü tahakkuk ettirirse, işte o zaman, içtimaî bünye sıhhatli ve muhkem olur, ferdî ve içtimaî huzur tevellüt eder. Zira, beynelmilel bir hukuk-u mütearifedir ki, her milletin kanunları, o milletin örf, âdet ve inancından teşekkül eder, onlardan kaynaklanır ve onlara tercüman olabildiği nisbette müessir olur ve devam eder.

2. Anayasa, Kâinattaki Kanun-u Fıtratı Esas Almalıdır.

Evet, her devirde değerini muhafaza eden ve hükümferma olan içtimaî bir ferman vardır:

“Hayat-ı İçtimaîye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.”

Zira her milletin kameti ayrı bir libas ister. Öyleyse Anayasa, kendi örf ve an’anemize, ruhî temayüllerimize, kısacası milletimizin bünyesine münasip olmalıdır. Ferdî ve içtimaî bünyede yapılacak köklü ıslahatlar için, Batı dünyası ile olan ittihad ve imtiyaz noktalarımızın çok iyi tesbit edilmesi gerekir. Elbette, onlarla müşterek cihetlerimiz olacağı gibi, onlardan ayrı ve müstakil hususiyetlerimiz de olacaktır. Bu bakımdan, anayasa hazırlanırken, bizi batı dünyasından ayıran yapı farklarının gözden uzak tutulmaması icab eder. Milletçe şahsiyet ve bekamız buna bağlıdır. Bilindiği üzere, bugün Avrupa’da herhangi bir Fransız ile bir Alman, aynı dine mensup oldukları halde, yaşayışları, kültürleri, felsefeleri, an’aneleri ve hatta mutfakları itibariyle birbirlerinden ayrılırlar. Hal böyle iken, Anayasa, Şark ile Garbı aynı terazide tartan bir anlayış ile hazırlanırsa, korkarım ki, tesiri sathî ve muvakkat olur. Milletimiz için, içtimaî bünyenin sıhhat ve muhafazası cidden müşkilleşir. O halde, Anayasa milletin temayüllerine ve içtimaî bünyesine uygun olmalıdır. İçtimaî bünyemizin kayyumu ise, inanç, ibadet, adalet, hürriyet ve şefkat, örfî ve ahlâkî değerler, kul hakkına riayet, ferdî mülkiyet, mesailerin tanzimi, asayiş ve emniyetin tesisi… gibi vazgeçilmez esaslardır.

3. Anayasa, İnsan Unsurunun Terbiye ve Eğitimini Ön Plânda Tutmalıdır.

Cenab-ı Hak, manzume ve sistemleriyle bu âlemi hep insana göre tertip ve tanzim etmiştir. Bu kâinattan hâsıl olan bütün nimetleri ona teveccüh ettirmiştir. Kısacası, kâinatın yaratılmasından maksat insandır. Kâinatın en büyük neticesi, en ehemmiyetli gayesi insandır. İnsan, kâinattan süzülen en lâtif maya, en kıymetli hakikattir. Öyleyse, en büyük himmet ve gayret, insan unsurunun ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarfedilmelidir. Anayasa, bunu derûhte ve tekeffül etmeli, dâhi, âli ruhlu, ulvî kalpli, vatanperver, şahsî menfaatlarını umumun menfaatına feda eden karakter sahibi nesillerin yetişmesine zemin hazırlamalıdır.

Bozulan ve laçkalaşan bütün içtimaî çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır. İnsan unsurunun terbiye ve ıslahı, Anayasa’da temel bir politika olarak benimsenmelidir. İnsan unsurunun terbiyesinde, akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir. Ta ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşin kalpler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin. Şurası açıktır ki, eğitim ve öğretimde, sadece akıl nazara alınırsa, genç nesiller şüpheci, isyankâr ve anarşist olurlar. Yalnız kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Anayasa’ da, bu muvazenenin dikkate alınmasında bilhassa zaruret vardır. Ancak bu muvazenenin teessüsüyle, milletimizin cevher-i ruhunda temerküz eden rabbani ve lahutî bir feyz ve fazilet, mevcudiyetimizin sütun ve rükunlarını teşkil eden sınıf ve tabakaları ziyasiyle ihâta edip, taht-ı murakabesinde terbiye etmekle -biiznillah- saâdetli ve şehametli bir medeniyeti tevlid edecektir.

Netice olarak, Anayasa’nın istikbale matuf tarihî en büyük fonksiyonu, insan unsurunun yetişmesine gereken önemi vermesi olacaktır.

4. Anayasa, Hürriyet ve Laiklik Mefhumlarına Ölçü ve Açıklık Getirmelidir.

Malumdur ki, herhangi bir hakikat, tam bir tarifle açıklığa kavuşturulmaz, hudut ve çerçevesi çizilmezse, pek çok tefsir ve tevillere uğrar. Çeşitli şekillerde mütalaâ edilir ve değişik renklere sokulur. Bu ise, istismara en büyük zemin hazırlayan bir vasat meydana getirir. Bu durum, neticede, mefhumlar anarşisini tevlid eder. Ve nihayet, içtimaî, idarî ve hukukî kargaşalıklar ve çıkmazlar meydan alır.

Bunlardan hürriyet mefhumu üzerindeki düşüncelerimi esas itibariyle şöyle hülasa etmek isterim: Hürriyet, çok değişik şekillerde tarif ve tefsir edilegelmiştir. Hürriyetin üzerinde ittifak edilmiş en doğru ve en makul tarifi, “ferdin, ne kendisine, ne de başkasına maddî-manevî zarar vermemesi, hem hukukullaha, hem hukuk-u ibada müraat etmesi”dir. Kanaatimce, menfaatleri celp, mazarratı def eden hürriyet anlayışı işte budur. Evet, hürriyet bir fazilettir; fakat hüsn-ü istimal edilmek şartiyle. Hürriyet edebe, akla ve hikmete muhalif olmamalıdır. Zira sınırsız hürriyet, hukuk-u beşeriyeyi iptal, ahlâk-ı insaniyeyi ifsat, nizam-ı âlemi ihlal eder. Böyle bir hürriyet anlayışı ferdî ve içtimaî bünyeyi zedeler. Bir ferd, “ben başkasına zarar vermemek şartiyle, dilediğimi yapma hürriyetine sahibim.”diyemez. Zira insanlar doğuştan medenidir, cemiyet halinde yaşamak mecburiyetindedirler. İhtiyaç, onları tek bir vücud haline getirmiştir. Fertler bu vücudun hücreleri yahut azaları hükmündedirler. Bu bakımdan, kendine zarar veren bir kimse, neticede, cemiyetin sıhhat ve selametine de zarar vermiş olur. Gittikçe ilerleyen uzvî hastalıklar cemiyetin bünyesini kemire kemire, sonunda onu, -Allah korusun- öyle bir noktaya getirir ki, bütün azalarını meflûç eder, artık hürriyetten de bahsedilmez olur.

Mazi, hürriyet mefhumunun tefsirlerinin acı neticeleri ve ibretli tablolariyle doludur. Sınırsız ve sorumsuz hürriyet anlayışı, nice namus ve haysiyetlerin payimal olmasına, nice ocakların sönmesine, nice servetlerin yağma edilmesine ve nihayet, nice devletlerin dünya haritasından silinmesine sebep olmuştur. Yakın ve uzak tarihimizde bunların hazin levhalarını ibretle seyrediyoruz. Bunun en yakın şahidi 1980 öncesinin meş’um ve uğursuz tablosudur. O dönemde, sınırsız ve ölçüsüz bir hürriyet anlayışı, demokrasinin laçkalaşmasını netice vermiş, herkes değişik bir maske arkasına sığınmış, demokratik kuruluşların herbiri, sanki , adem-i merkeziyet havasiyle, “devlet içinde devlet olma” hevesine kapılmıştır. Bazı hukukî kuruluşlar, üniversiteler, sendikalar, TRT ve hatta bazı meslek kuruluşları, odalar ve kurumlar, bu meş’um tablonun en bariz misalleridir.

Netice olarak diyebilirim ki, geçmiş tecrübelerin ışığında, artık Yeni Anayasa’nın, hürriyet mefhumuna yeni bir mahiyet ve hüviyet kazandırması devlet, millet ve vatan menfaati ve demokrasinin geleceği namına elzemdir.

Üzerinde, en çok münakaşa edilen ve istismara fevkalâde müsait diğer bir mefhum da “laikliktir”tir. Laiklik, her şeyden önce din hürriyetidir. Dinsizlik ve ahlâksızlık değildir. Laiklik dini siyasete âlet etmemektir. Laiklik dinin devlet işlerine veya devletin din işlerine müsbet veya menfi surette karıştırılmamasıdır. Geniş manada laiklik, devletin dine karşı istiklâli ve dinin de devlete karşı istiklalidir.

Fakat bu anlayış ve tarif hukuk bakımından kat’î olarak bir mana ifade etmez. Çünki; laikliğin şümulü, muhtevası her yerde bir ve aynı değildir. Laiklik hakkında herkesçe benimsenen müşterek bir anlayışa varmak bugüne kadar mümkün olmamıştır. Laiklik muhtelif memleketlerde de tarihî, içtimaî ve siyasî sebeplerle muhtelif şekillerde anlaşılmıştır.

Anayasa’da Türkiye Devletinin laik olduğu yazılmış, fakat laikliğin mahiyeti, şümulü ve hududu tayin edilmemiştir. Kanunlarda da laikliğin bir tarifi yoktur.

Bugün Batı’da laiklik, din ve vicdan hürriyeti manasında kabul görmüş olup, şu dört esas üzerine bina edilmiştir:

– İman etme hürriyeti (serbestçe inanma, inancını açıklamağa zorlanamama ve kanaatinden dolayı kınanmama),
– Bağlı bulunan dinin esaslarına göre amel etme hürriyeti (ibadet, dinî ayin ve tören yapma hürriyeti),
– Dini öğrenme, öğretme ve telkin hürriyeti,
– Dinin emirlerini yerine getirme hürriyetidir.

Yukarıda zikredilen esaslar bizzat devletin himayesindedir. Batı Dünyası’nda, devlet kâinatta en mukaddes, en temiz, en ulvî, en nezih bir fıtrî hakikat olan din hissini sadece kabul etmekle kalmayıp, aynı zamanda terğib, taltif ve teşvik etmekte ve hatta dinin tamim ve neşrine çalışan misyonerlik müessesesine destek olmaktadır. Hukukçu ve içtimaiyatçıların, üzerinde ittifak ettikleri “Laik devlet, din hürriyetini ve dindarları, her çeşit tecavüze karşı koruyan devlettir.” şeklindeki tarif, Batı’da tam manasiyle tatbik edilmektedir. Komünist ülkeler hariç, dünyanın hiç bir yerinde, laiklik lâdinilik olarak kabul edilmemiş, din ve dindarlar için bir tahakküm vasıtası olarak kullanılmamıştır.

Ülkemize gelince, laiklik bizde bazı kasıtlı çevrelerce, yıllardır bir plân dahilinde menfî bir tatbikatın içine itilmiştir. Vatan ve milletine can-ı gönülden bağlı olan ve dini her türlü şahsî nüfuz ve menfaatin üstünde tutan bir kısım dindarlar, “devletin temel nizamını dinî esaslara uydurma” bahanesiyle bir dizi tezyif, tahkir ve takiplere maruz bırakılmışlardır. Bu cürüm maalesef laikliğin gölgesinde işlenmiştir. Cay-ı dikkattir ki, menfî ideolojileri neşir ve ilân etmeyi fikir hürriyeti içinde mütalaâ edenler, sıra dine, dinin yaşanıp yaşatılmasına gelince, laikliği dindarlara baskı unsuru olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bunu yapanlar, aslında laikliğin ne olduğunu çok iyi bildikleri halde, tevile çok müsait olan bu mefhumu, kendi menfî ideolojileri namına, ustaca istimal edebilmişlerdir.

Şu hâlde, Anayasa’da laiklik kavramına, artık her türlü tahakküm ve istismara imkan vermeyecek şekilde bir açıklığın kazandırılması zarurî bir hal almıştır. Ancak böylece, “din ve mukaddesatını her şeyin üstünde tutan”, “onu hasbî olarak yaşayıp yaşatmak isteyen”, “dinin neşrini, cihânı sarsan komünizm ve dinsizlik cereyanı karşısında en müessir ilaç bilen”, “iman hakikatlerinin ilan ve tebliğini kendine farz bilip, bunu ibadet telakkisi ile yapan”, “her türlü anarşiden uzak kalarak, memleketin emniyet ve asayişine kuvvet veren”, “dini silah, tahakküm, tahrip, iğbirar değil, irşat, nasihat, tamir, muhabbet bilen” samimi müslümanlar, hem “dini, şahsî nüfuz temin ve siyasî çıkarlarına âlet etmek isteyenlerden ayrılacak, hem de “din düşmanlarının tahakkümleri”nden kurtarılmış olacaklardır.

Bu mevzuda, şunu da belirtmek isterim: Kanaatimce, “Diyanet İşleri Başkanlığına, ciddiyet ve vakarına yaraşır bir statünün kazandırılması ve böylece, mukaddesatımızı temsil eden bu müessesenin, her türlü şaibe, istismar ve siyasî baskıdan muhafaza edilmesi için, doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanması faydalı olacaktır.

5. Anayasa, Milleti Millet Yapan Unsurlardan Biri Olan Dili (Konuşulan Türkçeyi) Teminat Altına Almalıdır.

Dil, bir milleti millet yapan başlıca unsurlardan biridir. Dil, bir milletin hassasiyet ve heyecanını, karakter ve seciye-yi milliyesini, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettirir, onlara ayna olur. Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Bir milletin tefekkürü, edebiyat ve sanatı dilinin zenginliği, zerafet ve zevk-i bediîyle ölçülür.

Mukarrer bir kaidedir ki, mazi halin müsteşarıdır. Bu müşaverenin vasıtası dildir. Bir diğer ifadeyle dil, mazideki kıymet hükümlerini istikbale intikal ettiren bir köprüdür.

Biz, deryalar kadar engin, semalar kadar derin bir medeniyetin sahibiyiz. Edebiyatı, estetiği, tarihi, mimarisi, sanatı, felsefesi ve tasavvufu ile namütenahi zenginliğe sahip bu medeniyetin terennüm ve tercümanlığı, ancak fesahat ve belağatiyle, cezalet ve selasetiyle cami ve zengin bir lisanı gerektirir. Bizim lisanımız, kütüphanelerimizin şehadetiyle, engin medeniyetimize ayna olacak vüs’attedir; onun her kelime ve tabiri arkasında bir tarih yatmaktadır.

Bizi bu mefahirden uzaklaştırmak, kökümüzden koparmak isteyen bir kısım karanlık emel sahipleri dessasâne, plânlı bir şekilde dilimizi dejenere etmek ve zaafa uğratmak için, olanca güçleriyle çalışmışlardır ve el’an çalışmaktadırlar.

Bugün, artık kesinlikle ortaya çıkmıştır ki, dilimizi dejenere faaliyeti dış düşmanlarca planlanmaktadır. Bizdeki dil tahripçileri şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardım etmektedirler. Şurası da dikkate şayandır ki, dilimizi tahribe çalışan güçler, kendi dillerini muhafazada azami hassasiyet göstermektedirler.

Yeni Anayasa’nın lisanımızın muhafazasını derûhte etmesine, kanaatimizce zaruret vardır. Bu hususta, en büyük görev TRT’ye düşmektedir. Bu vazifenin yeterli ölçüde tahakkuku ise bu kurumun, doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanmasına ve böylece Devlet’in daimî murakabesi altına sokulmasına vabestedir. Bu sayede dilimiz muhafaza edilirken, aynı zamanda TRT her türlü siyasî ve ideolojik baskıdan da arındırılmış olacaktır.

6. Anayasa, Milletin Maneviyat ve Ahlâkının, Din ve Mukaddesatının Mukavimi Olmalıdır.

Biri diğerinin lâzımı olan iki hakikat vardır: Hayat ve Din. Din, hayatın mukavimi ve ruhudur. Hayatın dine olan ihtiyacı, tarihin her döneminde devam etmiştir.

Hayat ile din, ceset ile ruh gibidir. Ne zaman cemiyet, dinî hissiyatı ihmal etmişse, maddî terakki durmuş, toplum zillet ve meskenete düşmüştür. Ve yine ne zaman ki, cemiyet kendini yalnız maddeye hasredip, manayı ihmal etmiş ise, o zaman de insanlar, madde ve ihtiraslarının esiri, menfaatlarının zebunu olmuşlardır. Din ile hayatı muvazene ile götüren milletler daima maddî-manevî terakki etmişlerdir. Dinin, beşer için nasıl vazgeçilmez ebedî ve ezelî bir hakikat olduğunu, ana hatlariyle belirtmeye çalışalım:

a) İnanmak, Yaradılışın Bir Gereğidir.

Din, insan ruhu için fıtri ve ebedî bir ihtiyaçtır, asla terkedilemez; kesilip atılamaz, yok edilemez. Onun yerini içtimaî disiplin, kanun hâkimiyeti, ilim ve felsefe dolduramaz. Şu halde, hayat onsuz olamaz. Elem ve ızdıraplar içerisinde kıvranan, sürekli olarak bunalımlarla çalkanan bu asrın insanına Din-i Hak, hava ve sudan daha lüzumludur. Bu muzdarip beşeri tatmin ve teskin edecek en kıymetli his, din hissidir. Teknolojinin baş döndürücü gelişmesi, boğucu ve bunaltıcı bir ortam, korkunç maddî ihtiras ve çekişmeler, aşırı yorgunluk ve ruhî depresyonlar ile örülü bir cemiyette, teneffüs etmek isteyenlere Din-i Hak, ne kadar kuvvetli bir istinadgâh, ne kadar güçlü bir hami, ne kadar büyük bir huzur kaynağıdır. Ruhların her gün biraz daha boğulduğu, bunalımların şiddet kazandığı cemiyet hayatında, dine olan ihtiyaç gittikçe daha da artmaktadır. Bu artış, yukarıda da belirttiğimiz gibi, fıtrî ihtiyacın zarurî bir sonucudur. Her ihtiyaç ve arzusunu tatmine çalışan bu asrın insanı, elbette, ruhunun ebedî ihtiyacına karşı da lakayd kalamayacak, madde dünyasında bulamadığı bu ebedî hakikati, mana dünyasında arayacak ve ancak dinde bulacaktır. Nitekim beşerin bu manevî boşluğunu doldurmak için Din-i Hakk’ın, gönüllerde daha fazla taht kurduğunu, çok kuvvetli bir cazibe unsuru olarak, içtimaî hayatın her tabakasında hükmettiğini ve derinleştiğini görmekteyiz. Bu temayül gösteriyor ki, gelecek yüzyıllarda din, bütün şaşaası ile hükmedecek, beşerin en büyük gayesi Allah’a iman ve rızasını tahsil olacaktır.

b) Din, İnsanın En Büyük İstinad ve İstimdad Noktasıdır.

İnsan, acz ve zaaf üzerine yaratılmıştır. Hâlbuki hayatı bela ve musibetler, keder ve elemlerle doludur. Bu fıtrattaki bir insan, kendisini teselli edebilecek, nihayetsiz ihtiyaçlarını görüp, onu nihayetsiz düşmanlarından emin kılabilecek bir merciye, bir istinad ve istimdad noktasına her zaman muhtaçtır. Bu, bütün insanların ortak mizacıdır. Evet, insan sıkışıp daraldığı, ümitleri yıkıldığı, düşünceleri tahakkuk etmediği, üzerine hastalık ve musibetlerin bütün ağırlıklarıyle çöktüğü hengamlarda, ruhunu saran kâbusları dağıtacak, kalbini teskin ve teselli edecek bir dergaha ilticaya muhtaçtır. Bu dergah ise “herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nazır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakısdan mualla bir Kadir-i Zülcelâl, bir Hakim-i Zülkemâl, bir Rahim-i Zülcemâl’in dergahıdır.

c) Din, İçtimaî Hayata Disiplin Getirir, Müşterek Rabıtaları Kuvvetlendirir.

İtaat ve istikameti emreden din, insanlara vicdanî murakabe getirmekle, içtimaî nizamı korur ve cemiyette ahengi tesis eder. Din-i Hak, bunalan ruhları inşiraha, kararan kalbleri nura, me’yus gönülleri feraha kavuşturmakla, içtimaî huzur ve sükûnu temin eder. Artık böyle bir cemiyette, anarşiden bahsedilemez. Zira anarşi dinî terbiyenin kırıldığı, ahlakî müesseselerin çalışamaz hale geldiği toplumların karakteristik vasfıdır. Bilinen bir gerçektir ki, bir cemiyette din, “şuurlu” olarak yaşanmazsa, o cemiyet tedricen yıkılışa doğru gider. Önce dinî şuur, yerini “alışkanlık ve taklid”e terkeder. Bunu, “lakaydlık ve laubalilik” takip eder. Ve en nihayet, cemiyette “anarşi” baş gösterir.

Öte yandan din hissi, toplumda müşterek rabıtaları kuvvetlendirir. Kaynağını dinden alan şefkat, fedakârlık, uhuvvet ve muhabbet gibi hisler, neticede millî tesanüdü ve millî muhabbeti tevlid eder. Kalb ve gönülleri bir tek sevgi mihrakında birleştirerek millî tesanüdü perçinler. Millî karakter ve şahsiyeti teşekkül ettirir.

d) Yüksek İdealler, Ulvî Hisler Din ile Verilebilir.

Vatanperverlik, hamiyet, feragat, fedakârlık gibi ulvî hisler, nesillerin kalb ve dimağlarına, en kâmil manada, ancak din ile verilebilir. Dinin kalb ve dimağlar üzerindeki alevlendirici fonksiyonu, her devirde büyük idealistler, kahramanlar, kumandanlar, âlimler, edipler, mürşitler ve dâhi şahsiyetler doğurmuştur. Din, duygulara şekil verir, ölçü kazandırır, istidatları inkişaf ettirir, mes’uliyet duygusunu geliştirir. Ferd, bu seciyelerle teçhiz edilirse, varlığını vatanın hizmetine vakfeder, himmetini milletinin saâdetine hasreder. O zaman bir millet kadar kıymet kazanır.

e) Din İçtimaî Yapıda Bütünleyicidir.

Malumdur ki, bir bedende, bütün azaların bir tek ruha bağlanmasıyle birlik hasıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki azaların vazifeleri, yapılan, fonksiyon ve hususiyetleri ayrı ayrı oldukları halde, tamamı bir tek ruha bağlıdır. Ondan meded alır, onun namına hareket eder. Vazifeleri, birbirinden ayrı olan bütün bu azaların muvaffakiyetleri bir tek ruhu kabul etmelerine ve ona bağlanmalarına vabestedir. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını kesen aza mefluçtur. Demek ki, vücudun birliği ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fonksiyonunu hiç bir aza yüklenemez. Ve kendisini onun yerine koyamaz. Meselâ, “göz” olmazsa, vücud mevcudiyetini, noksaniyetle de olsa devam ettirebilir. Ama ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Her bir aza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mes’ud olur. Her azanın, kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasiyle hâsıl olan semereden, şereften, kemâlden bütün azalar hisselerini ayrı ayrı alırlar. Mesalâ, bütün azalar müdebbirâne bir akim tefekkür ve temkininden fayda gördükleri gibi, her bir azanın, kendi vazifesini layıkıyla yapmasından da akıl müstefid olur.

Bir millet de, bütün efradı, bütün sınıf ve tabakaları ve bütün müesseseleriyle bir vücud gibidir. Bunların hayat, ittihad, devam ve bekaları da hepsini ihâta edebilecek “mukaddes bir mefhum”a, bir şahs-ı maneviye bağlanmalariyle mümkün olur. İşçiler-işverenler, köylüler-şehirliler, hocalar-talebeler… hasılı bütün içtimaî sınıflar, o şahs-ı manevînin birer azası hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi, biri gözü ise, diğeri kulağı, biri eli ise diğeri ayağıdır… İşte bütün bu azaların huzur ve sükûnunu, ittihad ve tesanüdünü, uhuvvet ve muhabbetini, mahiyetinde taşıyan ve onların ruhu hükmünde olan ancak Din-i Haktır, İslâm Dinidir. Din, bu azaların mutlak tesanüdünü temin etmekle, hayat-ı umumiyenin ahenk ve intizamını tesis eder. Dinin bu fonksiyonunu meselâ, “ilim” yüklenemez. Çünki, cemiyetin bütün ferdlerinin âlim olması düşünülemez. “Irkçılık” da yüklenemez. Çünki, ırkçılık ihtilafın menşeidir; ittihad ve imtizacı tesis edemez. Bu fonksiyonu “meslek birliği” de yüklenemez. Çünki cemiyetin bütün fertlerinin işçi, çiftçi, mühendis yahut doktor olmaları da tasavvur edilemez. Kısacası bir milleti meydana getiren hiç bir organ, kendi unvanı nı, vasfını, şahs-ı manevisini millete ruh yapamaz. Ama bütün bu organlar, O mukaddes ruhu kabul edebilir ve Ona bağlanabilirler. İşçisi-işvereni, talebesi-hocası, amiri-memuru ile herkes, “Allah’ımız bir, Rabbimiz bir, Halikımız bir, Mabudumuz bir, Dinimiz bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, Kıblemiz bir, devletimiz bir, vatanımız bir, milletimiz bir…” diyebilir. İçtimaî merkez olan havastan, içtimaî muhit olan avama kadar herkes aynı “mabed” içinde toplanabilir. Bir tek dinin çatısı altına girebilir. Demek ki bu milletin ruhu, ancak din olabilir. Bu ruhun müessiriyetinin olmadığı mıntıkalarda felç baş gösterir. Evet, bugün birçok içtimaî uzvumuz hayatiyetini kaybetmiş, çalışamaz hale gelmişse, araştırıldığında, temelde dinî hissiyatın o uzuvlarda ihmal edilmiş olduğu görülecektir.

Yukarıdan beri dinin ehemmiyeti hakkındaki tezekkürlerimi şöylece hülasa edebilirim: İnsanı gerçek olarak anlayan, bütün terkibi ile kavrayan ve en derin görüşle tanıtan İslâm Dinidir. Dinimiz, insanı maddî-manevî cephesi, nihayetsiz ilaçları, acz, zaaf ve fakrı, ebediyet arzusu, dünya ve ahiret hayatı gibi fevkalâde geniş bir saha içerisinde değerlendirir. Beşerin üç müşkil ve müthiş suali olan, “necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” suallerine gayet muknî ve makbul cevap verir. İnsanların hem nefislerini, hem kalblerini, hem ruhlarını, hem akıllarını tatmin ederek müntesiplerini faziletten saâdete, saâdetten kemalâta isal eder. Kâinatta zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şeye hükmeden ilâhi bir nizamın mevcudiyetini akıllara tesbit ettirir. Mevcudatın yaratılış gayesini ve mahlûkatın, hakimane terbiyesini gözler önüne serer, gerçeği okutturur. Böylece, insanın fikir dünyasında mukaddes mefhumlar, ulvî değerler teşekkül ettirir. Kalbi vesveselerden, aklı lakaydlıktan, ruhu tereddütlerden kurtararak insana disiplin ve ölçü getirir. Onu ferdî ve içtimaî plânda bütünleştirir, müstakim kılar. Bu tip bir insan, gerek vicdanı ve gerekse çevresi ile çatışmaz.

Evet, dinimiz fert ve cemiyet hayatı için son derece lüzumlu, vazgeçilmez rasih hakikatların menbaıdır, mahzenidir, mecmaıdır. Beşeriyeti tekâmül ve tealiye sevkedecek esasları havidir. Mana ikliminden ırak, kılavuzsuz, pusulasız giden bu asrın insanına hayat bahşedecek en büyük iksir İslâm Dinidir. İşte, insanlarda hamiyet ve muhabbeti ateşleyen, fertleri birbirleriyle kaynaştıran, hayatın mayası, içtimai yapının kayyum ve mukavimi, hayatın hayatı, nuru ve esası olan bu muazzam kuvvete karşı devlet adamlarımızın lakayd kalmaları düşünülemez.

Malum olduğu üzere, 2000 yıldır, dünyanın her tarafında meskenet ve zillet içerisinde yaşayan Yahudileri, bugün devlet haline getiren gücün temelinde din hissi yatmaktadır. Tahrif edilmiş Tevrad, müntesiplerini böyle bir neticeye götürürken, en son ve en mükemmel kitap olan Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatları cemiyetin tedavisinde kullanılsa, elbette içtimaî bünyemiz fevkalâde perçinlenecek, sağlam ve metin olacaktır. Milletimiz, millî mizacımız için, her devirde müessir olan ve hiç bir devirde kıymetini kaybetmeyen bir reçete vardır: “İhya-yı Din, ihya-yı millettir.” Bu milletin dirilişi, dinin dirilişi ile mümkündür.

Maruzatıma son verirken, yüksek müsamahanızla, şu hususu da arzetmek isterim: Malumunuz olduğu üzere, ilim insanların sadece mütehassıslarına hitap ettiği halde, din, avam ve havas, bütün bir cemiyete feyzini neşreder. Bir memlekette, bütün fertlerin ilim adamı olmaları imkansızdır. Lakin hepsinin mutekid ve mütedeyyin olması mümkündür. Şurası açık bir gerçektir ki, halkında, ne ilim ve ne de din bulunmayan bir memleketi bekleyen tek akibet, izmihlaldir. Avamı mütedeyyin, havassı dinde lakayd olan memleketlerde, avamdan, havassa karşı hürmet ve itaat, havasda ise, avama karşı şefkat ve merhamet kalmaz. Bu sebeple, milletimizin din ile bağlandıkları rabıtaların kopmamasına azami hassasiyet göstermek gerekir.

Malumunuzdur ki, mevcudiyeti tehlikeye maruz kalan bir milletin, en son halaskarı, en mühim nokta-i istinadı, en büyük siperi, onun maneviyatıdır. Evet, tarih boyunca, Kahraman Ordumuzun muzafferiyet ve muvaffakiyetinin temelinde, “ölürsem şehid, kalırsam gaziyim” inancı yatar. Bu, İslam’ın bahşettiği, Allah’a iman ve itimadın, tevekkül ve teslimin en güzel bir ifadesidir.

Evet, emin olunuz, dinden ve onu şuuren yaşayanlardan zarar gelmez. Tarihimizin şehadetiyle, bu memlekette, dinî potansiyel asayiş ve güvenliğin daimî ve hasbî bekçisi olmuştur. Din, silah değil, irşaddır, nasihattir, marifettir, muhabbettir, şefkat, uhuvvet ve samimiyettir. Kin ve intikam, tahakküm ve terör, iğbirar ve inşikak değildir. Bu fıtri, zarurî ve ebedî ihtiyaç, cemiyet bünyesinde yeterli ölçüde doyurulamazsa, bu boşluğu fırsat bilen bir kısım naehiller, -yakın tarihimizde olduğu gibi- istikbalde de bu nezih ve ulvî hissi istismar etmek isteyebilirler. Böyle bir istismarı önlemenin tek yolu ve yegâne çaresi, milletin dine olan ihtiyaç ve iştiyakına tam cevap vermektir. Bu tarihî görevi yapmakla, nesl-i âtinin, maddî-manevî saâdetine, inşirah ve huzuruna vesile olacaksınız.

Cenab-ı Hak, muin ve müzahiriniz olsun.

4 Nisan 1982
Mehmed KIRKINCI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu