Pürsafa ve Vefa Muhterem Sungur Ağabeyim
Lillahilhamd, şûle-i iştiyak ile kalbimizi iş’al eden tahrirat-ı behiyelerinizle, zaman zaman bizleri taltif ve teşvik ederek, nice nice ulvi hazlara ve şevklere mazhar olmamıza vesile olmaktasınız. Bu iltifat ve muhabbetnameleriniz, hem kurbiyet ve samimiyet rayihalarını meclub birer bâd-ı lütuf ve sürur olarak, vakitbevakit hazin gönlüme konan elem ve endişe gubarlarını silip süpürüyor. Hem de temevvüc ettikçe, def-i hicranla ruhuma gıda-i haz, fikrime ziya-i irfan, his ve vicdanıma safalar saçıyor. Bu mesruriyetten gönlüm, açılıp hande olan laleler misillü, lezzet-i ruhaniye ile müstağrak oluyor. İşte, benim için kâşane-i cihâna değişmediğim şu manevi zevkleri hal ile zevkeden kalbime kalemimin ifadeye muktedir olmadığını sizin gibi ehl-i irfan ve kemâl bir zat-ı müncezib ve müncelibin malumudur. Kalbinizde cevelan eden o ihtizazlı katreler, lema, reşha ve şuleleri aksettiren o şifa-bahş kaleminizden nebean eden ifadeler, sanki mahir bir nakkaşın hikmettar ve ihtimamlı bir nakşı gibi göründü bana…
Nur dairesinde âli bir manzara teşkil eden hayatınızla üstadımızdan iktibas ettiğiniz azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî şevkle Nur’un mesleğini vermişsiniz nazara…
Lillahilhamd, Muhterem Ağabey… Bin barekallah size…
Serdarımız, Sertacımız şu meşale-i irfan olan Üstadımıza ait bir nebze hissiyatımı -şu mektup münasebetiyle- hissiyatı hissiyatımdan daha lâtif, kalbi kalbimden daha hüşyar, nâsiyesi pâk ve necip siz ağabeyimi de şu hadaik-i kemâlatın engin ve zengin sahifelerini mütalaâ esnasında hayalimden geçen bir manzaraya hissedar etmek niyetiyle, O melek-simanın desti ile bestelenen, demetlenen birer deste-i irfan ve fazilet olan Nur’un hakikatlarına ait lâtif bir manayı, buraya dercetmeyi münasip gördüm. Şöyle ki:
Üstadımız, azamet-i İlâhiyeyi ifnam eden aziz ve celil ifadelerini hakîm-pesendane bir meharet ve ziynet içinde öyle edibane telif ve tertip etmiştir ki, o mânalara değil taharri-i esrarda şevkengizane temeşşi etmek isteyen ehl-i fikir ve idrakin nazar-ı mütalaaları hatta ve hatta Meşaiyyunun pay-i idrakleri ve İşrakiyyunun ziya-i irfanları ile de yetişilip kavuşulamaz. Çünkü saâdet-i beşeriyenin nokta-i kemâlatını keşif sadedinde bârika-i celâdetle ihraz ve ibraz ettiği eserlerinden sanki bir melek lisanından iştiyakla akar gibi nebean eden inayet ve ilhamlar veya çağlayan nehirler gibi hakikatin esrarı ile cûşa gelen vecd-aver o âli sünühatlar, matuf olduğu hüşyar kalpleri şems-i marifetin parıl parıl parlayan ziyalarına cilvedar birer hücre-i irfan kılarak, o cazibeleriyle erbab-ı zevki semaya kaldırarak etrafında mahitap gibi pervaz ettiriyor. Bu eserlere mazhar olan o zat-ı nuraniye dalga dalga gelen ışınlar gibi haşmetli vicdanları mütemadiyen tenvir edip berzah ufuklarından -inşaallah- Cennet’e doğmak üzere aşıp giden bir güneştir, desem sezadır. Hem Vallah becâdır.
Kendi istidadına göre istifade ve istifaze eden her bir kalp ve dimağ şu zülâl-ı kevser gibi manalara umman oluyor. Ve o ummanlardan şelalevari dökülen esrar-ı lemaat, mâkes-i hissiyat olan vicdanın duygu ve latifelerini marifete mazhar birer şahid-i nurani kılarak nihayette müntesiplerini kurb-u Rahman’a vasıl etmekle azim bir mevki-i arifaneye çıkarıyor. Bir muhakkik, müdakkik yapıyor. Hem, esrar-ı azimeyi ihtiva eden şu bedi’ eserlere vakıf olan her müstaid cevher-i kemâlat ile memlu birer kenz-i irfan oluyor. Hem, o vicdanlar ise adeta sürur ve ferahtan kanatlar takarak “tuyurun hudrun” misüllü arş-ı marifetin etrafında deveran, cevelan ve seyeran ediyorlar. Elhamdülillah.
Ehl-i irfan ve dikkatin nazar-ı temâşâsını celbeden ve hüşyâr olan kalpleri envâr-ı sürura gark ile lerzedar eden Nurlar, âşıkların iştiyaklarını celbedip vecde getiren latif rayihalı goncalar gibi marifetleri ifaza eden nihayetsiz manidar satırları binlerce yaprakların sahifelerine üdeba ve büleğayı meftun eden bir üslup ve bir san’at içinde tanzim ile gül fideleri gibi zer’ederek öyle bir gülistana çevirmiş ki, aşiyane gözleri temâşâsından kamaştırıyor. Ve nice nice andelipleri aşk nağmeleri içerisinde endamına meftun, temâşâsına pervane ve latife-i tayyibelerine müncezib kılıyor…
Evet. Şu keyfiyetten gelen sürur ve saâdet acaba ezvak-ı cihâne faik değil midir?
İşte biz şu lezaiz-i ruhaniyenin ve şu lemaat-ı fikriyenin meclubuyuz, meftunuyuz, mesruruyuz, mecnunuyuz…
Hâl-ü hatırlarınızı istifsar ile selâm eder dualarınızı bekleriz. Elhamdülillah haza minfadli Rabbi.
10 Ocak 1981
Mehmed KIRKINCI