Gayyur ve Fedakâr Kardeşim Necmettin Bey
Lehülhamd velminne hakikaten lütuf ve himmetinizle ve âli-cenaplığmızın icabı birçok zahmet ve tekellüfü ihtiyar edecek o müzekka İhlâsınız ve o muallâ sadakatiniz ile kemal-i irfanınıza münasip tarzda vazife-yi muhakkikane ve müdakkikane taharri ve tetkikiniz bendenizi mesrur ve mesut eyledi. Doğrusu, bu şerefli ve haysiyetli hizmetinizin nefasetine meftun oldum. Saâdet buldum, zevk aldım, sefa buldum, neşayab oldum. Cenab-ı Hakk’ın size ihsan buyurmuş olduğu ihlâs, sadakat ve muhabbet gibi güzel meziyetleri âdeta tecessüm etmiş gibi teberrüken telakki ettim. İfa-i teşekkürümü lâyıkıyla ifade edemiyeceğim kayıt ve tariften varestedir.
Nur-u aynım edip ve nedim efendim. Aksa-i amaliniz olan bu kudsi hizmetinizi melekler ve melek gibi insanlar tebrik ve tebcil ediyorlar ve hem teşvik ediyorlar. Cenab-ı Hak feyiz ve bereketinizi ziyade eylesin. “Muvaffakiyet niyet-i halisenin refikidir.” kaidesince inşallah sadıkane hulusunuzun mükâfatını görürsünüz.
Senin gibi şefik bir refikim tarafından benim gibi hiçbir değeri ve kıymeti olmayan nâciz bir muhibbinize bu gibi ulvî bir mevzuyu hüsnü zannınızın icabı olarak atfınızla taltif buyurmanız, o derece bir lütuf ve şereftir ki, sanki kalp ve gönlüm onların manevi lezzetleri içinde adeta cinanî bir can ve firdevsi bir gılmandır. Kusur ve noksaniyetimle beraber derece-i irfan ve istidadımla münasip olmayan bu kudsi ve cihânşümul vazifeyi derûhte edişim sebebiyle kalp ve gönlüm alâm ve kederle memlu ve müstağraktır. Zira ifadem gibi fikrim de nakıs, istidadım gelişmemiş, kabiliyetim noksandır. Kusur ve noksaniyetimin derecesini tayin ve izah etmeğe muktedir değilim. Şu kadar var ki nefs-i emmarem itiraf-ı kusurdan memnun değildir.
Serimin tacı, gönlümün siracı, nazif ve zarif efendim. Hakikat-ı hâl böyle iken, bazı fikri müşevveş ve kalbi perişan insanlar benim için takdiri gayr-i kabil olan şu mübeccel sohbet ve merakaver bahs-i muallânın beyan ve izahatında bir parça mübalağa görebilirler diye kalbime geldi. Neyleyeyim bu talihsiz cihân böyle hasid ve inatçı, kimselerden hiçbir zaman hali kalmamış ve kalmıyor.
Bir zâtın kemalât ve mahareti asarının mükemmeliyet ve azameti nisbetindedir. O halde, külli sır ve meharet sahibi herhangi bir zâtın tarif ve tavsifinde ittihaz edilecek esas ve düstûr da mezkûr kaideye göre olacaktır. Yani eserden sahibi temâşâ edilecek ve müessirin ulviyet ve azameti anlaşılacaktır. Bürhan-ı inni dediğimiz bu keyfiyet ise erkân-ı marifetten sayılan en büyük hüccet ve delillerden biridir. Bu esas, bu kanun insanı marifetin arş-ı kemalatma çıkarır, ilmelyakin, aynelyakin hatta hakkelyakine isal ile, muhakkik eder, müdakkik eder, muarrif eder. Evet, bu kaide ve bu düsturla herhangi bir kemalat ve maharet eseriyle, bir zatı tanıyan bir insan, o zat hakkında taklide bedel hakikati kazanır evham, hayalet ve şüpheden terekküp eden zulümatlı bulutlan sıyırıp ziyalanır, güneşi görür ve tanır, hulasa irfanı kazanır. Zira her bir burhan bir siracdır ve bir çerağdır.
Binaenaleyh bizler Allah’ın (C.C.) mevcudiyetini ve hem azametini eserinden biliyoruz. Ondandır ki, Bediüzzaman,
“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı Kâinattır. Birisi: Şu kitabı kebirin ayet-i kübrâsı olan Hâtemül-Enbiya Aleyhisselatü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azimüşşan’dır.”
diye bu mezkûr burhanla Allah-ı Azimüşşan’ın mevcudiyet ve azametini göstermeğe işaret ediyor. İşte Risale-i Nur Külliyatı bu üç delilin tafsilinden ibarettir.
Aynı şekilde, Peygamberimize (A.S.M.) olan derece-i marifetimiz de O’nun ahval ve asarının azametini bilmemiz nisbetindedir. Evet, feyiz ve kemalat semasının yıldız misal sahabelerine dikkatle nazar edilirse, hads-i kâfi ile anlaşılır ki, her biri kendilerine mahsus ulvi kemal ve feyizleriyle pürenvar ve pırlanta gibi Risalet semasının güneşine azami derecede mazhar ve makes olmuşlardır. Her ferdi binler kutub, asfiya ve evliya denk ve değerinde olan, bir yıldızlar manzumesi teşkil ederek saâdet asrının fezasında kemal-i şaşaa ile parlayan ve sahabe namıyla müşerref ve namdar olan bu zatların feyiz, kemal, hidayet, iman ve irfan kaynağı olarak kendilerine merkez kabul ettikleri güneşlerini göstermeleri katidir. İşte o güneş ise, bahr-i envar ve maden-i esrar olan Hz. Muhammed-i Arabî’dir ki (A.S.M.) mutlak manada Resulullah da O’dur. Yani, hakikatin mecmaı olan O zat nübüvvet ve Risalet saltanatının hem fatihi, hem hatemidir. Demekki O Zat (A.S.M.) hem enbiya hem de evliyanın sultanı olma makamını layıkiyle ihraz etmiştir.
Evet, ben de öyle görüp öyle iman ediyorum. Hakiki hüccet-i hak olan Hazret-i Muhammed (A.S.M.) devrini tenvir edip saâdetlendirdiği gibi şarkı, garbı, mazi ve müstakbeli de getirdiği ilahî fermanla ziyalandırmıştır.
Hem Sultan-ı Levlâk olan O zat (A.S.M.) bu âleme teşrifleriyle kış ve buzistanı, baharistana, kumistanı bostan ve bağistana çevirmiş ve zamanın haşin ve burudetli yüzünü tebessüm eden gül çiçekleriyle güldürerek cihânın renk ve kokusunu değiştirip cennetâsa bir yaza tebdil etmiştir. Şöyle ki:
O’nun nesimleri andıran nurani nefes ve kokusuyla Ömer misal bir çok goncalar açmış, o haşin dikenler arasından nice nice çimenler yeşermiş, fidanlar ağaç olup meyva vermişlerdir.
Evet, nasıl ağaçlar yeşil yapraklarıyla, renkli çiçekleriyle mugaddi meyveleriyle bağ ve bahçelerini gösterirler. Öyle de ağaçlar gibi hidayettar mürşidler ve müçtehitler ve müceddidler O Zat-ı Şerifin Cennetlere benzer, hatta onlardan daha hayattar, nurani, letâfetli, nazif, nazik ve keremdar olan kudsi vücuduna ve varlığına birer bürhan-ı zahir ve bahirdirler.
İşte, bu Zat’ın (A.S.M.) ayine ve meyvesi hükmünde olan verese-i Nübüvvet O’nun âli talebeleridirler ve O’nun Livâ-ı Nübüvvet ve sancağı altında istidat ve kabiliyetleri nisbetinde Ondan aldıkları hidayet nuruyla herbiri kendi asrını tenvir edip hidayetine vesile olmuşlardır. Mesela, içtihat âleminde başta İmam-ı Azam olarak bütün müçtehitler asırlarını ilim ve irfan asrına çevirdikleri gibi, irşat vadisinde de Abdülkadirler, Şah-ı Nakşibendîler, Mevlanalar asırlarını feyiz ve kemalleri nisbetinde ziyalandırmış ve feyizyab etmişlerdir. Aynı şekilde, tecdid sahasında da Gazaliler, İmam-ı Rabbaniler tehacüm eden bid’at zulümatma karşı bulundukları asrın idrakine uygun ve şeraitine muvafık tarzda cihad yapmışlar ve İslamiyet güneşinin bütün haşyetiyle ve berraklığıyla kendi devirlerinde de parlamasına azami hassasiyetle say-ü gayret göstermişlerdir.
Kur’an’ın bir şakirdi ve Peygamber-i Zişanın (A.S.M.) bedî bir talebesi olan Bediüzzaman, bu asırda irşad ve tecdid sahasında bir müceddid-i âzâm, bir mürşid-i ekber olarak dalâlet ve küfür zulümatını dağıtacak metod ve kaideler vaz’ederek asrımızın idrak ve fehmine uygun ve insanın kemâlât ve saâdetine vesile olacak birçok Kur’anî ve imanî hakikatleri havi bir külliye telif etmekle bütün erbab-ı ilim ve irfan olan ehl-i tahkikin takdir ve tahsinini celb etmiştir. O âlî hakikatlerden en birincisi, hem bütün enbiya ve asfiyanın da ittifaklariyle, hilkat-ı kâinatın en büyük maksad ve gayesi olan iman-ı billâh ve ma’rifet-i Rabbanidir.
Mukarrer bir kaidedir ki, dünyevi ve uhrevi saâdetin ve kemâlatın merkezi marifetullah ve muhabbetullahtır. Binaenaleyh, o merkeze bağlı olmayan ve o marifette hissesi bulunmayan her şey bir hiçtir. Çünkü ilim ve hikmet ve fünun-u medeniye gibi değerli ve kıymetli meziyetlerin hakiki kemal ve terakkileri ve netice vermeleri o merkeze ma’kes ve ayine olmalarıyledir. Aksi hâlde, o kıymetli hakikatler değersiz ve neticesiz kalmakla bir hayal ve evhamdan ibaret olur. Hattâ, insanın yaradılışında sütun ve rükün mahiyetinde olan ve hem kıymet ve değer bakımından iki cihânın baha ve denginde olabilen akıl, kalb, ruh ve sır gibi havas ve letaifin elmas gibi mahiyeti cam parçaları derekesine iner.
İşte Bediüzzaman, insaniyetin hakiki terakki ve kemalâtının maye ve iksirinin ancak Allah’a iman, Allah’a muhabbet ve bunlara ait hakaik olduğunu tavzih ve beyan eden te’lifatiyle, her şeyin âlî hakikat ve meziyetlerini hiçe indiren ve bütün ızdırap ve ızdırarların maye ve dayesi olan küfür ve dalâletin mahiyetini göstererek, bütün selâmet ve saâdetlerin merkez ve medarının îman ve inanç olduğunu izâh etmiştir.
Yukarıdaki izahımıza bir delil olark Üstad’ın muhtasar bir fezlekesini nazara vermeyi uygun gördük. Şöyle ki:
“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘İman-ı Billâh’tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, İmân-ı Billâh içindeki ‘Mârifetullah’tır. Cin ve insin en parlak saâdeti ve en tatlı nimeti, o mârifetullah içindeki ‘Muhabbetullah’tır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve şirin ni’met ve safi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven nihayetsiz saâdete, ni’mete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hamisiz bir surette; âciz, miskin bir insan bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa ne kadar biçâre sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinat eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”
İşte şu fezleke ve hülâsayı tanzim edip nesceden tabir ve ibarelerdeki letâfet ve nezafete bakınız ki, herbiri kamersima dilber ve sunalardan daha nazik ve daha parlak olduğu gibi, manasındaki zarif nükteler ise vuzuh içinde hurilerin rayiha-i tayyibeleri gibi kalb ve hissiyatı cezb ve celbeder. Su gibi akan, nur gibi parlayan şu feyiz ve kemalat levhası elbette muhakkik bir Arifin lisanından nebean edip coşmakla kendini tanzim edeni tarif eden bir beyanname ve hem bir şule-i irfan ve hikmet olması hikmetşinas ehli vicdan için kâfi ve vafidir. Amma, temâşâsı mülahazaya şayeste olan şöyle bir maksada hüccet ve burhan sadedinde hakikat ve hikmet manzumesi olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan marifet-i İlahiyeye ait lahutî ve Rabbani bir iki ehemmiyetli noktayı daha saha-i nazara vermeyi münasip gördüm. Şöyle ki:
“Birinci nokta: Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatin reisleri zevk ve keşfe istinad ederek icma’ ile ittifak ile, iman edip hükmediyorlarki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zat-ı Vacib-ül-Vücudda bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.”
“İkinci Nokta: Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kati bir surette gösterir ki, o güzel cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedi bir cemalin ışıklarıdırlar.”
“Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuttan ve ihsan ise, gınadan ve sahavet ise, servetten ve tâlim, ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi… hüsün vermek dahi, hasenden ve güzelleştirmek, güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir… Başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederizki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen, değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudiyetiyle âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.”
“Dördüncü Nokta: Nasıl ki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır. Ve lâfız manaya bakar, ona göre nurlanır. Ve suret hakikata istinad eder ondan kıymet alır. Aynen öyle de: Bu maddi ve cismani olan âlemi şehadet dahi bir cesettir; bir lâfızdır, bir surettir. Alem-i gaybın perdesi arkasında Esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlarının ve mânalarının mânevi güzelliklerinden ileri geliyor ve hakikatları ise, Esma-i Ilâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir…”
“Beşinci Nokta: Nasılki, yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve herbir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek hünerlerini ve san’atlarını ve kemâlatını ve gizli güzelliklerini tarif edecek teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mucizeli sarayı temâşâ etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtma intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki:
‘Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mucidi ve taklitsiz muhterii olamaz, belki, onun mânevi hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.’
hükmeder. Aynen öyle de: Bu kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir âyinedir. Başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifâde etmek için bir kitap gibi yazılmış.”
Her satırında bin hikmet ve irfan nişanesi taşıyan ve her cümlesinde binler şevket-i hüccet ve bürhan olan şu bedi nakışlar ve acip manalar içinde inkişaf eden istidlalat-ı akliye ve nakliye, mütefekkir bir insana bu kâinatı herbiri binler pencereyi havi binbir kubbeli ve hem temeli arş-ı Rububiyet üzerinde duran celalli ve cemalli, hâsılı binbir bezekli bir ilahi kasır şeklinde tahayyül ve taakkul ettirir. Böyle bir insan için her pencere nihayetsiz feyiz ve lütfun menbaıdır. İşte bu vesile ile o İnsanda tecelli ve tezahür eden kalbî ve ruhî ezvak bütün şuur ve vicdanı istila ettiğinden, irfanın parlak incileri hükmünde olan marifeti şuhud derecesine çıkararak yakînî kazandırır. Bütün mahiyet-i mevcudat ona bir mir’at-ı hakikat hükmüne geçer, hakikatin istiğrakı ile bir kabil-i feyiz ve irfan kesilir. Artık o, feyiz ve irfanın ağuşuna doğmuş bir cevher-i irfandır.
Diğer taraftan, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin edebî vechîne dikkat eder ve nazarımızı çevirirsek görürüz ki, o zât harika bir lehçe-i belâğat ve fesahat içinde bir nükte-i zerafet, nefaset ve selâsetle bir tabir ve ifadenin yed-i beyzasiyle hilkat-ı insanın gayesi ve kemalât-ı insaniyenin meyvesi olan makasıd-ı ledüniye tabir ettiğimiz “Muhabbetullah”ı kalbin cebine indirerek insanı tenvir ve tes’id eder, saâdet verir, mes’ud eder. Beşaşetli üslûb-u âlî, şirin şive, lâtif munis ifadeleri, hakikat ehlinin gönül bahçelerini gülistana çevirir.
“San’at sanatkârı gösterir; Eser de müessirine delâlet eder.” kaidesince, akçeler taşıdığı turra ve sikkeleriyle bir padişah-ı âliyeye delâlet eder ve onu gösterirler. Öyle de, geniş bir muhteva ve yüksek hakikatleri havi Risale-i Nur Külliyatındaki tam ayar altın ifadeler bab bab, nokta nokta, sahife sahife, satır satır sikke ve turralarıyle hem arif hem muhakkik, hem mudakkik, hem müdebbir olan bir söz sultanını tarif eder ve tanıttırır.
İşte, yukarıda bir mukaddime babında zikrettiğimiz bazı meselelerden bir derece anlaşılacağı gibi, “Bediüzzaman’ı nasıl tanır ve tarif edersiniz?” sorusuyla karşımıza büyük ve külli bir mesele çıkmaktadır. Zira o Zat bir-iki veya bir kaç meziyeti havi, bir ferd değil, bilâkis her biri bir nevî hükmünde olan birçok meziyet ve evsafı haiz bir ferd-i feriddir. Öyle ise külli bir tarif yapmalıyız. Bu da göründüğü gibi pek kolay olmasa gerek…
Evet, bir iki sıfat ve meziyeti bulunan bir insanın tarifi gayet kolaydır. Fakat böyle nev-i şahsına münhasır bir nadire-i hilkat ve acube-i fıtrat olan müstesna ve bedî bir zâtı, efradını cami, ağyarını mani bir surette anlamak, anlatmak ve tarif etmek benim gibi aciz bir insan için oldukça zor ve müşkil bir meseledir. Muttali olduğum bazı veçhelerini vukufiyetim nisbetinde arz ve ifade etmek isterim:
Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin kendisine bahş ve ihsan ettiği ulvî cihetlere atf-ı nazar ettiğimizde; o cihetler içinde insanı en çok meftun eden ve O’nu o külli şeref ve mertebeye yükselten evsaf ve meziyetleri arasında güneş gibi parlayan ve diğer marifet ve faziletlerine de merkez olan en mümtaz vasfı, imanıdır. Yâni, marifet ve muhabbet-i İlahiye itibariyle Allah’ı anlayış, O’na bağlanış ve ona karşı davranış keyfiyetidir.
Evet, bu inanç ve imân keyfiyeti hükema ve felâsifenin, meşaiyyun ve işrakiyyunun uzaktan ve yakından anlayıp kavrayamadığı apayrı bir âlem olup bûleğa, füseha, üdeba ve nücebanın zevk ve ifadelerinin maverasındaki firdevsî bir cennettir. Ve hem idrak ve şuurun, karşısında aciz kaldığı bir haysiyettir.
Bu makamda vasıl olduğu mertebe-i âliyenin mahiyetini hakkı ile tarif ve tavsif edebilmek pek kolay değildir. Bununla beraber, benim bu mevzuda fikir ve beyanım, uçsuz bucaksız bir denizin kenarında oturup çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuğun o denizin keyfiyet ve mahiyetinden haber vermesi gibidir.
Binaenaleyh şu bahisten sarf-ı nazar ederek o zatı ancak hayretle takdir, tebcil ve tebrik ederim. O’nun yaşadığı o nuranî keyfiyet, ilim ve tarif ile değil ancak zevk ile keşf ile ve o haleti bizatihi tatmakla anlaşılabilecek mukaddes bir manzaradır.
Gerçekten mukaddimede bir nebze işaret ettiğimiz gibi, fıtrat kanununu inceden inceye tedkik ve teftiş edip anlayan erbab-ı ihtisas çok iyi bilirler ki; bir insanın sahip olduğu yüksek sıfat ve meziyetlerden birisi fevkalâde gelişip inkişaf ettiği halde, diğer meziyet, evsaf ve ahvalinin o nisbette geri kalıp gelişmemesi çok vakidir. Ve misalleri de pek çoktur.
Meselâ, bir insan fevkalâde bir edip olur, fakat mükemmel bir arif olamaz. Mükemmel bir arif olur, mümtaz bir âlim olamaz. Mümtaz bir âlim, bir arif olur, mudakkik ve muhakkik bir mütefekkir olamaz. İyi bir mühendis olur, mahir bir kimyager olamaz. Ahlâk-ı âliye sahibi olur, âli bir zekâ ve deha sahibi olamaz. Münzevi abid bir insan olur, mücahit ve mürşit bir kimse olamaz.
Fakat bir lahza için de olsa, Hazretin o ulvî menkibeleri, şeref ve haysiyetli meziyetleri ihtiva eden hayatına bir göz gezdirdiğiniz zaman elbette göreceksiniz ki, O zât İbrahim Ethem gibi sadece muttaki bir abid ve târik-i dünya değil, ilim ve irfan bakımından aynı zamanda bir Gazali, bir Râzî ve bir Kâzi’dir. Hikmet ve felsefe cihetinde bir Sokrat bir Calinos, bir İbn-i Rüşd ve bir İbn-i Sina’dır. İrşat da Mevlâna’dır. Tecdid ve mücahedede bir Ahmed-i Farukî’dir. Teşbih caiz ise müteaddid fakülte ve bölümleri içine alan geniş bir darülfünun ve bir üniversitedir.
O’na, münevver ve mudakkik bir nazar ile dikkat ederseniz, mezkûr zâtlar gibi cihânda yaşamış birçok ariflerin, hakîm ve fazıl kimselerin misil ve denklerini kendinde müşahade edebilirsiniz. Buna şahidim; yüz küsur parçadan mürekkeb olan cihânbaha şaheserleridir.
O zât, bu şaheser külliyatiyle hikmet-i diniye üzerine bina edilmiş, bir felsefe-i İslâm mektebi tesis etmiştir.Buna ilmiye ve akliye ekolü de diyebiliriz.Daha doğrusu O, kıyamete kadar payidar kalacak olan büyük bir tecdid hareketini başarmıştır. Bütün vicdan ve efkârin hasail-i hamide envarını tamamiyle zayi ettiği ve bir küsuf-u umumiye içerisinde kaldığı şu asırda Bediüzzaman denilen bu zât Süreyya misâl olan külliyatiyle, İslâm âleminde yeni bir devir ve bir çığır açmış, âlîhimmet, fedakâr, feragat ve şecaat sahibi büyük ve emsalsiz bir müceddiddir.
O zât, müceddid olduğu gibi, mudakkik bir hakîm ve bir dahidir de… Zira O, eserlerinde öyle esâs ve kanunlar vâ’z ve tesbit etmiştir ki; bütün İslâmi emirleri ve dinî akideleri bu esas ve kanunlara tevfikan muhakeme ve tefekkür ettiğiniz takdirde, bütününün akıl ve ilme mutabık ve muvafık olduklarını, biiznillah görüp seyredeceksiniz.
Yine O zât, mudakkik bir hakim ve bir dahî olduğu gibi aynı zamanda muhakkik bir mütefekkir ve âli bir alimdir. Eserlerinde imanın ve İslâmın rükünlerini gayet suhulet ve kolaylıkla isbat eden öyle aklî ve naklî burhan, hüccet ve deliller serdetmiştir ki, ister istemez herkes hayrete düşmektedir.
Hem inayet-i İlâhiye mazhar olan O zât, o burhan, delil ve hüccetleriyle bir düstur-u belâğat ve fesahat, hem kanun-u maani ve edebiyat ve hem de ilm-i bedi ve muhassenat-ı lâfziye ile tertip, telif ve tanzim ederek öyle bir akış vermiş ve bir üslup ve san’at giydirmiştir ki, işte bu cazibedar hasiyetler birçokları tarafından Risale-i Nur’un tekrar be tekrar okunmasının en müessir sebep ve amillerinden olmuştur.
Ve yine O zât, derin bir âlim olduğu gibi aynı zamanda mükemmel bir müessis ve pedegogdur. Çünki ekserisi mütefennin olmakla beraber her sınıf insandan menfi yerine müsbet, yıkıcı yerine yapıcı, inkârcı yerine imanlı ve inançlı bir cemaat tesis etmiştir. İşin üstün ve orijinal tarafı böyle meslek ve meşrepçe muhtelif, zevk ve hissiyatları, davranış ve anlayışları ayrı kimseleri aynı fikir ve bir çatı altında birleştirebilmesidir.
Zira her tabaka insanı küçüğünden büyüğüne, okumamışından okumuşuna, âliminden fazılına kadar o manevî mektep ve okulun etrafını, bereketli ve hayırlı bir hane gibi kuşatmış herkes istediğini sormak ve bulmakla memnun, mesrur ve mesud olmuşlardır.
O, beşerin ferdî ve içtimaî saâdetinin hâsıl olabilmesi için Kur’an hakikatlarına mazhar ve mâ’kes olan, rıza-i İlâhi’yi esas ve İslâmî kardeşliği düstur ittihaz eden ayrıca cemiyetin menfaatini şahsi menfaatına daima tercih eden, şuurlu ve Kur’ana tabi bir cemaat yetiştirmiştir. Bu öyle bir cemaattır ki; mahiyet-i insaniyenin kemâl ve terakkisi için gerekli olan ilâhi ve Rabbani düsturlara imtisal etmekle tezahür eden ahlâk-ı âliye ve fazilet-i îslâmiyeyi ve bunu yaşamanın verdiği zevk-i kudsiyi ve o yüksek hazzı cihânın fânî ikbal ve müzeyyenatına, değiştirmemenin şuur ve idraki içindedir. İşte bu Bediüzzaman’ın (R.A.) ne kadar fıtrat-ı beşeriyeye uygun terbiye kudretine sahip bir pedegog olduğunu göstermektedir.
Eğer dikkatle umum insanların hayat ve yaşayışına nazarımızı atfedecek olursak; hiç şüphesiz ekseri insanların yalnız kendi şahsi hayatları ile meşgul olduklarını ve tasavvur ve mülâhazalarını, iş ve menfaatlerini, arzu ve isteklerini umumun zararına da olsa tercih ettiklerini görürüz. Hatta kendi hayatlarından başka hiçbir şey onları alâkadar da etmez.
Bunların diğer az bir kısmı ise, gaye ve himmetlerini yüksek tutarak bütün ömür ve fikirlerini, düşünce ve mütalaalarını, hizmet-i amme namına kemal-i samimiyet ve arzuyla hasr ve tahsis etmişlerdir. Fakat bu kimseler hamiyetperverlik altında hırs ve gurur ve ezvak-ı dünyevilerinden vazgeçemiyerek hizmetlerinin mukabilinde maddî-manevî ücret ve mükâfat istemeden de kurtulamamışlardır.
Zaten bir kısım menfi ve zararlı insanlar vardır ki; güya memleket ve menfaat-ı umumiye yararınaymış gibi, tahribi tamir, yıkmayı yapma telakki ederek çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Böyle kimseler bahsimizden hariçtir.
Hayat-ı içtimaiyede çalışan insanların kemiyetçe az, keyfiyetçe cihânbaha ve semayı insaniyetin güneş ve yıldızları hükmünde olan, Rububiyetin hususiyet ve imtiyaz bağış ettiği nuranî kısmına bakınca; göreceğiz ki; bütün emel ve arzularını, fikir ve hayatlarını, ilim ve irfanlarını umumun maddî, manevî necat ve kurtuluşlarına bilâ-bedel hasredip neşretmişlerdir. Masivadan tecerrüdle insanların fani teveccühlerine bedel teveccüh ve rıza-yı İlâhi’yi esas ve düstur ittihaz edip hareket ve hizmetlerini ona bina eylemişlerdir.
Dağ-misâl O zâtlar, beşer silsilelerinin masuniyet ve hıfzı için bütün şahap-misâl belâlara, berk-misâl musibetlere hedef ve siper olmuşlardır. Sun-u kudret ve hizmet-i ezeliyenin levha-yı cemal ve kemâli olan mezkûr himmet ile mevsuf zat-ı kiramlar başta ulülazm Peygamber Efendilerimiz sonra ise veraset-i enbiya olan zâtlardır.
İşte müşahedemiz dairesinde saha-yı cihâna envar-ı letâfet ve celadetini saçan Bediüzzaman, bu sultanlardan biridir. Şöyle ki, hâle gibi kendisini çevreleyen seciye ve yüksek hasletlerden en mümtazları istiğna ve feragatidir.
Bir kimsenin değil sekiz dakika, belki sekiz saniye kadar bir zevk ve arzusunu feda edemediği bu acip asırda, bu bedi zatın, bir asra yakın ömrünün her lahza ve lemhasında istiğna ve feragat meşalesini hayat binasının kubbesinde taşıyıp ziyalandırması ilâhi bir tahiyye ve behiyye olduğu ehl-i tahkik ve tedkikin temâşâsıyla tahayyür ve mülahaza olunmaktadır.
Zira herhangi bir kimsenin, hayat, haysiyet ve şerefi bahasına teveccüh ettiği bir zevke, seksen sene ömründe kirpiğini dahi oynatmamıştır.
Her insan, garaibin fihristesi olan Hazretin, mübarek hayat ve sîretinin, her hususta ahlâk-ı âliye ve samiyenin numune-i imtisal ve mukteda-bih örnekleriyle dolu olduğunu vereceğimiz misallerden zevk ve takdir ile temâşâ edecektir.
Bahasız bir define ve hazine mahiyetinde olan sahaif-i ömründen feragat ve istiğnasının çeşit çeşit ve ayrı ayrı renklerine sahne olacak bir kısım misâller vereceğiz.
Bakın o feragat abidesi ne diyor;
“Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsür senelik ömrümde dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çunki, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.”
Büyüklük budur işte! Dünyanın zevk ve lezzetlerini bir tarafa atan,daha ötesi cennet saâdetlerini bile gaye-i hayat etmekten istiğna eden bir zâtı nasıl olur da Sasanileri bağlayan müzeyyen kâşaneler, Mısırlıları bağlayan mağrur taşhaneler, Babilleri bağlayan asma bahçeler, Bizansı bağlayan saçaklı saraylar onun ulvî davasındaki kemal-i hahiş ve arzusundan alıkoyabilirler? Heyhat!…
Yine o zâtın, bunların da maverası, ahkâm-ı Kur’an’ın aktar-ı âlemde temevvücü için, Cehennemde yanmaya razı olması cidden büyük, harika bir fedâkârlıktır.
Dünyevî ikbalin her çeşidini iktisab etmeğe muktedir ve müstaid iken telâkkiye-i masumanenin en meşru hakkı olan dünyada bir hane sahibi olmak, çoluk çocuk gibi dünya ile bağlayan alakaları bulunmak, sıla-i rahim yapmak, akrabalarıyle görüşmek, selamlaşmak hatta mektuplaşmaktan dahi feragat ve içtinap etmiştir. Niçin? Bugün milyonları aşan, Allah’ı lâyıkiyle bilen ve bulan dürüst, müstakim âli-cenap, afifkâr fırka-i naciye bir cemaatin yetişmesi için. Evet, evet, bütün fani tebessümlere sırt çevirip bu gibi harikaları yapabilmek her beşerin kârı değil. Bunu ancak Bediüzzaman gibi yıldızlar arasında güneş misali büyükler yapabilir.
Evet, o zât ûhrevî hayatın tanziminde yaptığı teceddüddeki iktidarını da kendine vermemiş ve
“Said yoktur, onun kudret ve iktidarı da yoktur. Konuşan yalnız hakikattir ve hakikat-ı Kur’aniye’dir.” ve
“Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’âni’den süzülen tatlı büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyet ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”
diyerek, şahsını ve nefsini bizatihi terketmiştir.
Feragat ve istiğna denilen bu ulvi fazilet onu külliye hükmüne getiren cihetlerin yalnız biridir.
Celil bir kahraman ve fatih için lüzumu zaruret derecesinde olan hususlardan biri de; o unvan sahibinin şecaat ve celâdetidir. Zira o zâtların azimetindeki şiddet, cihadındaki metanet ve sebat gibi bütün evsaflarına bir cihette esas ve sütun, onlardaki şecaat ve celâdettir. İşte, Bediüzzaman şecaat ve celâdette hakkın gıpta ile takip edilecek heybetli bir abidesidir.
Onu ulvi ve celâlli haysiyete isal eden en mühim amil mukaddesatına yapılan taarruzdur. İşte bu noktada o zâtı temâşâ edersek serapa bir kahraman-ı azim, Rüstemane şanlı bir serdar-ı mücahidin, Haydarane şerefli bir fatih-i mânevi görürüz. O şecaati ifade eden reşahatın bir kısım numunelerini takdim edelim:
Gençliğinde Van’da Tahir Paşa’yla beraber otururken zamanın gazetelerinin birisinde İngiliz müstemlekât nazırının avam kamarasında ayağa kalkıp; “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onları mağlup edemeyiz. Ya bu Kur’ânı yok etmeliyiz, ya da Müslümanlan ondan uzaklaştırmalıyız.” deyişini okuduğu anda harikulade şecaati lerzeye gelir ve “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün kâinata ispat ve ilân edeceğim.” der. Bu söz mücerret bir iddia değildir. Tevfikat-ı Sübhaniye ile kaleme aldığı, güzide eserleriyle bütün Avrupaya meydan okumuştur.
Otuzbir Mart vakasında; mahkeme reisi Hurşit Paşa’nın asılanları göstererek “Sen de şeriat istemişsin?” hitabına karşı: “Evet ben de şeriat istedim. Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat, sebeb-i saâdet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.” demiş ve masumiyeti ve yatıştırıcı rolü tahakkuk edip, beraat ettikten sonra Beyazıt’tan Sultan Ahmet’e kadar kalabalığı yara yara “Zalimler için yaşasın cehennem!..” diyerek, bütün olacakları harikulade şecaatıyla istihkar ve istihfaf ederek yürümüştür.
Hitabet ve belâğat kudreti herhangi bir ıslahatçının en mühim hassa-i lâzimelerindendir. Bediüzzaman bu sıfatın kemâliyle de mevsuftur. Fesahat ve belağatta da mümtaz, faik ve müstesna bir ediptir.
O’nun hitaplarındaki maksad-ı esasî beşerin ebedî, sermedi hayatlarının temin ve tesisidir. Çünkü bu mücahid sıfatiyle, ferdi ve içtimaî bâtıl inançların memleketi uçuruma götürdüğü hengâmda irad ettiği ulvî be-yanlarındaki coşkunluk ve ulvî heyecan, O’nun mukaddesatının o yüksek vicdanında vecd ile tezahürüdür.
Bakınız hitabet ve beyanatı ne kadar hayattar ve canlıdır. Bazen büyük bir mütefekkir ve müderris tavrını giyerek münevvirane, mürşidane tamamen ilmî, mantıkî, hikemî olan bir hikmet-i diniyenin hakikatlerinin esasını kolaylıkla veciz ve hem gayet bedi bir suretle tefhim ve takrir etmiştir.
Herkesin meyusane kabuğuna çekilip, bittiği bir devrede bir fatih tavrını giyerek; “Kardeşlerim korkmayın! küfrün bel kemiğini kırmışım.” şeklindeki ifadeleriyle mücahidlerine kemal-i ümid ve iştiyak bahşetmiştir.
Şehamet ve etvar-ı tarihiyesiyle, inanç ve faziletiyle meşhur, büyük bir milletin mebusanının şeaire ve eva-mir-i İslâmiyeye lakaydlığını görünce, Meclis-i Mebusanın kürsüsüne çıkıp o vükelâya içinde bulundukları ve yaşadıkları ahvalin mazideki şeref ve haysiyet-i İslâmiyeyi lekedar edip incittiğini söylemiş ve bunun üzerine gelen bazı itirazlara karşı ; “İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” şeklindeki korkusuz ifadesiyle emr-i bi’1-mârûfu hakkı ile telkin etmiştir.
Yine Otuzbir Martta, öyle acip bir hadise ki, isyan etmiş asker taburları eğer durdurulmazsa koca payitahtta kan gövdeyi götürecek. Yüzlerce âlime, edibe ve hatibe mahal olan payitahtta herkes dilini yutmuş bir halde iken Bediüzzaman şiddet ve cesaret ve celadetiyle koşarak:
“Ey asâkir-i muvahhidin! Zabitleriniz Allah’a isyan etmekle kendi nefislerine zulmediyorlar. Siz onlara isyan etmekle Osmanlı İmparatorluğunun istikbalini tehdit ediyorsunuz…”
şeklinde başlayan nutkuyla isyan etmiş asker taburlarını itaate getirmiştir.
Nerede bir zulmet bulutu kümelenmişse, orada ra’d misal bir sadayla gelip, şimşek gibi çakıp yerine göre munis, yerine göre şehinşah gibi pür-sada olmuş ve birçok gizli maksatlıları sindirmiştir.
İttihad-ı Muhammedi’nin kuruluşunda Vahdeti’nin sinsi emellerini geri teptiren müdellel ve müskit konuşması, padişahın orada hazır bulunan müşahidinin fevkalâde takdirini celbetmiş ve bu hitabe aynen padişaha nakledilmiştir.
Diğer taraftan Bediüzzaman meşrutiyetin tesis ve tahkimi için doğulu hemşehrilerine karşı, İstanbul’un muhtelif yerlerinde meşrutiyet aleyhtarı olmamayı daima telkin etmiştir.
Ve yine, Bediüzzaman irfan yuvaları namına ne varsa hepsinin söndürüldüğü meşum bir dönemde katiyyen susmamış ve nesl-i atîyi dalâlet girdaplarına atmak için çalışan komitelerin, o gün ektikleri tohumların meyvelerini yemeyecek bir nesl-i cedidin feri ve içtimaî, dünyevî ve uhrevî tarz-ı hareketinin plânlarını çizmiştir.
Elhasıl, hitabetinde dahi hâkim bir zât olan Bediüzzaman, hikmet neyi emretmişse öyle yapmış, yerinde susmuş, yerinde konuşmuş, yerinde dinlemiş, yerinde koşmuş, bir ömür boyu maksadını gözetmiş ve onu takip etmiş ve muvaffak olmuştur.
Herhangi bir kimsenin, başta ilim ve irfan, şecaat ve feragat gibi her nevi insanî meziyetlerinin ve beşerî haslet ve fezailinin netice ve semeresi, marifeti nisbetinde ihlâsı ve ubudiyetidir.
Eğer bu mezkûr meziyetlerin, neticesi olan ihlâs ve ubudiyeti olmazsa, o şahıs dalı ve yaprağı mükemmel olmakla beraber meyvesi olmayan bir ağaç gibidir. Ubudiyetsiz hamiyetperverlerin hali böyledir. Zira onlardaki evsaf ve mezaya onları kurb-u ilâhiye’ye isal etmez.
İnayet-i İlâhiye’ye mazhar, hakaik-i eşyadan haberdar böyle bir arif-i billahı ubudiyet ve ihlâsı cihetinden temâşâ etmek istersek, onun tarih-i beşerde nadîrü’l-emsal ve şayan-ı hürmet bir şahsiyet-i muazzez ve vakur bir âbid olduğunu göreceğiz ve öyledir de. Mübarek ve bereketli ömründe, çok korkunç ve vahim tehlikeler, azim buhranlar karşısında azimetinden, şecaatinden, feragatinden, izzetinden, imanından zerre kadar da olsa fedakârlıkta bulunmadığı gibi ihlâs ve ubudiyetinde yedi sekiz hastalığı taşıdığı halde rüşvet ve taviz vermeyen bir abd-i azizdir.
Ömrü boyunca ezan “Allahuekber” dediği anda kırda, dağda, bayırda nerede olursa olsun “Allahuekber” diyerek huzur-u İlâhiyeye duran ve yine ramazan ve diğer mukaddes gecelerde başı daim niyaz secdesinde elleri dergâh-ı İlâhi’de ümmet-i Muhammed’in necat ve halâsı için Allah’a yalvaran bir abd-i hasdır.
O zât, değil cam parçaları hükmündeki dünyevî, pespaye, adî şeyleri ubudiyetine gaye edinmek, en ulvî ve umumun maksad-ı ubudiyeti olan Cehennemden kurtulmayı veya Cenneti kazanmayı bile gaye ve vesile etmemiştir.
Böyle her cihette ihsan-ı ilâhiye mazhar, şahsiyeti nafiz ve bu asrın müceddid-i ekberi olan ulvî bir zatın her sıfatını tarif ve tahlil etmenin madunundayım. Fakat mütâlâam neticesinde ihsan-ı ilâhi olarak bazı şeyler yazmaya çalıştım.
Bediüzzaman herşeyi mizan-ı Kur’an ve ilahi düstur ve esaslar ile muvazene ettiğinden, akıl ve kalbin diğer bir tabirle ilim ve fennin terakki ve tekâmülünde ahenkli bir surette fıtrata muvafık hareket etmiştir.
Malûmdur ki, İslâmiyet akıl ve hikmet üzerine müesses olduğundan müntesiplerine hikmet-i hakikiyeyi taharriyi emreder. Zira İslâm dini sadece ruhanî veya sadece cismanî bir din olmayıp, beşeriyetin hem maddi hem de manevî terakkisi için vaz olunmuştur. Çünkü bu din cismanî ve ruhanî mesalihi meze etmiş bulunmaktadır. İnsanın hilkati de bunun bariz bir misalidir. Şöyle ki;
İnsanın mahiyeti hayvan-ı natık olduğundan onun hakiki saâdet ve tekâmülünün mezkûr iki noktaya müsteniden mütalâa ve mülahaza edilmesi fıtratının muktezasıdır. Binaenaleyh Sani-i Zülcelâl, gözümüz önündeki şu manidar âlem manzumesini ve hakiki fenn-i hikmeti ihtiva eden mükevvenatı insanın maddi hayatı ve cismanî ihtiyaçlarının tahsil ve istikbali için nasıl inayetkârane musahhar etmiş ise, elbette onun kudsi hikmet ve merhameti iktiza eder ki, idrak-i külliye sahibi olan insanın en ulvi cihazları olan ruh, kalp, akıl ve sair hissiyatını ihmal etmesin. Evet, o Münim-i Kerim insanın maddi ve cismani hayatını inayet ve şefkati mucibince çeşit çeşit nimetler ve sofralar ile beslediği gibi, onun bin cihân kıymetinde olan manevî duygularının ihtiyaçlarını havî ve o ihtiyaçlara merci olacak bir hidayet ve nur menbaı olan Kur’an-ı Kerim’i göndermekle bu insanların yüzünü güldürerek onları çekirdek mesabesindeki hayvan-ı natık mertebesinden Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında varidat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz ederek” bir nevi halife-i arz mertebesine çıkarmıştır.
Din ve ilmin en büyük hamisi, fen ve marifetin en samimi refiki, mahir bir hakimi, hazık bir tabibi olan Bediüzzaman, insan ruhunun gıdası mesabesindeki fünun ve maarifin ehemmiyetini, ilim ve irfana istinaden her insanın lisanında haşre kadar payidar olacak bir âlî üslup, bir tarz-ı belâğat ve fesahat ile asrın insanlarının idrakine sunmuştur.
İşte benim anladığım, Bediüzzaman nurefşan eserleriyle fikre ilim ve nur, kalbe iman ve ziya-yı marifet ve dolayısıyla hayata intizam, istikamet ve devam vermekle insanı evc-i kemalâta ve zirve-i saâdete çıkarmakla ferd-i insanı, abid, arif ve nezih ederek hayat-ı içtimaiyeye menfaatli bir uzuv haline getirmiştir. Ve içtimaî birliği binnetice tevlid ve temin etmekle cemiyet hayatını bozacak ifsat hareketlerini men etmiştir. Şimdi Bediüzzaman’ın fenn-i hikmet ile din arasında nasıl bir münasebet bulunduğunu beyan sadedinde onun bir levha-i marifetini takdim ediyorum… Şöyle ki:
“Sani-i Zülcelâl’in âlem-i ekberdeki sanatı o derece manidardır ki; o sanat, bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer, hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı.”
“O kitab-ı hikmet o derece hakikatla bağlı ve hakikatten meded alıyor ki, büyük kitab-ı mübinin bir nüshası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde ilan edildi. Hem nasılki kâinattaki san’atı, kemal-i intizamından kitap şekline girdi; insandaki sıbğatı ve nakş-ı hikmeti dahi, hitap çiçeğini açtı. Yani o san’at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zihayattaki cihazat fonoğraf gibi nutka geldi söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbğa-i Rabbaniye vermiş ki; o maddi, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutk ve beyana, o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki; Sultan-ı Ezeliye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani fıtrat-ı insaniyedeki sıbğa-i Rabbaniye, hitab-ı İlâhi çiçeğini açtı. Hiç mümkün müdür ki; kitap derecesine gelen bütün mevcudattaki san’ata ve hitap makamına gelen insandaki sıbğaya, Vahid-i Ehaddan başkası karışabilsin… Haşa!..”
Bir zübde-i marifetten ibaret olan şu numune-i bediaya dikkatle nazar edilirse fünun-u cedide ile İslâm dini arasında ruh ile ceset gibi bir münasebetin varlığının takdire şayan bir şekilde beyan edildiği görülecektir. Evet, bir milletin teali ve terakkisinde esas unsur dindir. Yani yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Din hayatın hayatı hem nuru hem esasıdır.” Fakat bu terakkiyi fen ve ilim tekmil eder. Dinsiz bir milletin fen ve sanatın, hüner ve marifetin kıymet ve ehemmiyetini bilmeyen bir milletin tealî ve terakkisi de daima noksan olacaktır. Ve sukuta mahkûmdur. Demek ki, terakkiyatın unsur-u mukavimi dindir, unsur-u mütemmimi fen ve sanattır.
Bediüzzaman, maarifin temelinin nasıl olacağını da beliğ ve veciz ifadeleriyle şöyle dile getiriyor:
“Alem-i İslâmın intibahında rehber olmak, kardeş olmak için Kur’anın ve imanın nuruyla münevver olarak, İslâmiyetin terbiyesiyle tekamül edip hakiki medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hâl ve harekâtında kendine rehber eylemek lazımdır.”
“Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatte yine İslâmın malı olan fen ve san’atı, Nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’anın bahsettiği tefekkür ve mana-yı harfi nazarıyla, yani onun san’atkârı ve ustası namiyle onlara bakmalı ve “saâdet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-i imaniye ve Kur’aniye mecmuası olan nurlara doğru ileri, arş demeli ve dedirtmeliyiz.”
“Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinden hile, şüphe tevellüd eder.”
Bediüzzaman’ı ben değil belki binler manzume-i hakaik olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan marifete ait yüzer Rabbani ve imanî alî cevherlere zarf ve numune makamındaki sedef-misal levhalar tarif ediyor.
Evet, o zât ilminin ve irfanının ziyasiyle bu âlemin yüzünü değiştirdi. Bu nokta-yı nazardan O, ilim ve irfan âleminin bir sultanıdır. Bu itibarla o başka bir âlem, hikmetiyle başka bir alim, deha ve zekasıyla acip bir dahi, dava ve gayesiyle garip bir levha-yı temâşâdır. İnsan O’nu temâşâ ederken sanki bir nehrin güzeranmı seyr eder gibi lezzet alır. O seyr ve temâşânın vermiş olduğu zevk ve sürur ile kendinden geçer. O zât, tenahi şanından olmayan sermedi bir feyzin mazhar ve makesi bir insan-ı kâmildir.
O, Allah’ın lutf ve ihsaniyle kendisine giydirdiği her türlü kemaliyle, irfaniyle ve ruhunda yanan meşale ile bu asrı çalkalandıran, yıkayan ve nurlandıran bir müceddiddir. Evet, O zât çağını güzelleştirdi ve süslendirdi; dolayısiyle de çağının Bediüzzaman’ı, yani asrının en güzeli oldu. O zât bin renge bürünmüş tatlı ve şirin ifadeler, hüccet ve burhanlar ile, âli tâbir ve yaldızlı misaller ile Allah’ı tanıtan, seven ve sevdiren bir âli himmettir.
O zat, İbn-i Sina, Farabi ve emsali gibi hükemanm “isbatı aklî değil, ancak naklidir” diyerek kabul ettikleri ahirete iman meselesini yüzler aklî ve naklî delilleri havi “Onuncu Söz” ismiyle maruf risalesinde her kıştan sonra bir baharın, her geceden sonra bir neharın gelmesi katiyetinde izah ve isbat ederek bu asrın insanlarına yepyeni ufuklar açan mülhem bir keşşaftır.
O zat, Şems-i Nübüvvet olan Peygamberimizi (A.S.V.) hâle mesabesinde ihâta eden bin mucizatiyle, irhasatiyle, ahvaliyle, etvariyle, evsafiyle, getirdiği şeriatiyle, nübüvvetini isbata çalışarak şöyle ifade etmektedir:
“Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü semaviyenin yüzler işaratı ve irhâsatın binler rumuzatı ve hatiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mucizatının delalatı ve Şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamidesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imanı ve gayet itminanı ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudiyeti, fevkalade ciddiyeti, fevkalade metaneti; davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.”
Hem O zât, bütün hak ve hakikate, kemalat ve saâdete merkez olan Şems-i Şümus makamındaki Kur’an-ı Azimüşşanın ziyası mesabesindeki kırk nevi icaz ve i’cazını ayrı ayrı izah edip anlatarak Kur’an’ın Kelam-ı İlahi olduğunu harika bir tarzda tarif ve izah eden bir muarriftir.
O zât, en mütebahir hükemanın ve feylesofların fikirleri ile yetişemediği en ulvî ve derin ilahî hakikatleri ve Rabbani esrarları hakimane, âlimane, beliğane bir üslup ile ifade ve izah eden bir mütefekkirdir. Ve bu hakikatleri terğib ve teşvik babında bina ettiği tabirat ve temsilat o derece san’atlıdır ki, okuyan her zevk-i selim sahibini evc-i kemalata yükseltir.
O Zât, mazharı olduğu feyiz ve nur ile nevbahar eyyamında yeni doğmuş bir güneş gibi akıl ve kalpleri nevm-i gafletten uyandıracak şaşaalı ikballerini gösterdi. O zâtın sözlerini dikkatle okuyan her mütefekkir, fikrinde ziya-yı marifetten yapılma ilâhî hikmetlere mazhar olur, kalbinde bin yapraklı yasemenler mesabesinde ziya-yı marifetten çiçekler açar.
O zât, müddet-i hayatınca en büyük düşmanımız olan, cehalet, zaruret ve ihtilafa karşı san’at, marifet ve ittifak silahlarına dest-i teşviki vuran âlihimmet bir mücahiddir.
Bediüzzaman’ın cihad ve irşad sahasındaki hareketi bir nümune-i imtisal olması itibariyle çok ehemmiyeti haizdir. Onun bütün dünyalardan büyük bildiği yegâne davası: temeli kudret eliyle atılan ve kıyamete kadar payidar olacak olan İslâmiyetin muhafazası, teali ve terakkisidir. Gayesi de neşr ettiği nur-u Kur’an’la bütün gönül ufuklarını nurlandırmaktır. Harika fıtratiyle O’nun bu hususta gösterdiği iktidar ve gayreti, sabır ve tahammülü herhangi bir ferdde görülmüş değildir. Senelerce şer kuvvetlerin şevkiyle üzerine hücum edildiği halde O’nun nurlarının neşrindeki salâbetine bir an dahi olsun fütur getirilememiştir. O bir çok azim meşakkatlerden, korkunç ve vahşi hücumlardan gözünü kırpmamış, endişe duymamış, azminden davasından ve imanından zerre miskal taviz vermemiş, eğilmemiş, yılmamış, yorulmamış ve yıkılmamıştır. O, kendine hücum eden en kuvvetli düşman ve manileri izzet-i imaniyesinden gelen büyük bir himmetin tazyiki altında zir-ü zeber etmiştir. O’nun bu kahir galebesi karşısında küfür ve dalalet zülumâtı tarumar olmuştur.
Eğer, şu heybetli Zâtın hayatını hayâli bir temâşâ ederseniz, O’nu şecaat-ı ilmiyesinin kendisine bahşetmiş olduğu bir heybet ve celadetle güya bir cihângir sultan gibi memleketini tehdid eden ve inançsızlıktan gelen bütün müşkilatları ayakları altına alıp marifet ve fikir kılmanı kalbine saplayarak memleketini düşman istilasından kurtaran ve cihadıyle temayüz etmiş bir kumandan tavrında görürsünüz.
İŞTE BENİM BİLDİĞİM BEDİÜZZAMAN BUDUR.
10 Ağustos 1979
Mehmed KIRKINCI