Gönül Damlaları

Muhterem Kardeşim Rahmi Bey

“İmanı zaif, felsefesi kâvi bir kısım kimseler, Müçtehid-i İzam’a müsavat dava etmekte ve ‘Onlar da bizim gibi insandırlar, hata yapabilirler. O halde biz de içtihad yapabiliriz.’ diyerek, ahkam istinbat etmeğe cüret edebilmektedirler. Bu nâehil ve haddini mütecaviz şahıslar kendi söz ve fiillerinin şeriata uyup uymadığını bizzat kendilerinin tesbit edecekleri ve Kur’an ve Hadiste mesnedini bulamadıkları meseleleri de kıyas yapmak suretiyle halledebilecekleri iddiasındadırlar.” diye yazmaktasınız.

Kardeşim, bu tarz hareket çok cihetlerle mecruh ve mualleldir. Acaba içtihadın neticesi olan manayı muradı, hak ve sadık olarak, zann-ı galibi edille-i şeriyeden istinbat ve istihraç etmek kimin hakkı ve kimin vazifesidir. Ve istinbat ve istihrac-ı ahkâmın şartları nelerden ibarettir? Ve içtihada ehil olan kimlerdir? Herhangi bir şeyi zihinde tahayyül ve tasavvur etmek gayet kolayken, onu haricî âlemde tahakkuk ettirmek gayet müşkildir. Ve şartlara tabidir.

Bişart-ı şey başkadır, bilâşart-ı şey başkadır. Bu kudsî vazife, hak ve layıkiyle mişkat-ı Muhammedî’den (A.S.V) işrak eyleyen, envar-ı lahutiyeyi iktibas edip, cihâna, ilmen ve amelen neşr ve ifaze ile hak ve hakikat-ı medeniyeyi tebliğ eyleyen Müçtehidin-i İzam’a mahsustur.

Malumdur ki, her vazifenin ve her ilmin ve fennin ehil ve etbaları başka başkadır. Yine kaide-i mukarredendir ki, bir fennin çok mahir mütehassı sı, fünun-u sairenin mukallididir. Meselâ: Hendese gibi bir ilimde mahir olan zat, tıp gibi diğer bir fende âmi ve tufeylidir. Birinin metaı diğerinden istenilmez. Keza, bugün bir din âlimi, ne kadar kabiliyetli olursa olsun, O zat-ı mübareklerin ancak kelâmlarını anlayıp, müstaid bir şakird ve talebe olabilir ve bundan ileriye geçemez. Evet, sema-yı içtihadın güneşlerine hiç kimse ne kendini, ne efkâr ve ezhahını, ne de kalp ve niyetini, ne de zamanını onların, ağraz-ı fasideden musaffa olan efkâr, ahval ve ezmanlarına kıyas edebilir. Böyle bir kıyas, kıyas-ı maal fârıktır. Çünkü devr-i içtihad, asr-ı nûr ve Asr-ı saâdetin komşusu idi. Ondan dolayıdır ki, Müçtehidin-i İzam ziya-yı feyzi, bihakkın cezb ve teşerrüb ve iktibas etmişlerdir.

Meselenin iyice anlaşılmasına yardım için şu kaideyi de arz edelim. Hakikatin mahiyeti bir olmakla beraber, efradının zımnında tarz-ı tahakkukları ayrı ayrıdır. Meselâ: Sinek de uçar amma, kartal gibiyim diyemez. Birisine açılan ufki daire, yekdiğeriyle muvazeneye gelmez ve tartılmaz. Buğday da sümbül verir, lâkin ne çare ki ağaç olamaz. İşte kâinatta olan bütün nisbî kanunlar bu nevidendir. Binaenaleyh, mekatib-i aliyede okutulan fünun-ı âliyenin mahiyetleri bir olsa da suret-i tedrisleri başkadır. Meselâ: Mekteb-i adiyede de ilm-i hendese okunur. Lâkin bu mektebden mühendis yetişmez. Kezalik: Ulum-u diniyenin mahiyet-i aliyesinin, tabaka-i müçtehidinde, tahakkuku keyfiyeti ile, fukaha-i izam, müfessir ve muhaddis-i kiram hazeratındaki keyfiyetin tezahürü kıstas edilip ölçülemez. Elbette, her yıldızın güneşten feyz-i istifadesi kabiliyet ve istidadı nisbetindedir.

Feza-yı içtihadın yıldızları, tiryak hükmünde olan hakaik-i âliye-i diniyeyi bir laboratuar mahiyetindeki edille-i seriye ile tahlil, terkib ve tanzim ettikten sonra gittiler. Hamdolsun ki meydanı boş bırakmayarak asırlan nurlariyle ziyadar eyleyen ve her biri dünyevi, uhrevi birçok hakaik ve esrarın mahzeni olan, dost ve düşmanın takdir ve tebciline mazhar milyonlarca kitabı bıraktı, sonra gittiler.

Bu zamanda İslâmiyete hizmet arzusunda bulunan zamanın muhakkik din âlimleri, uluvv-ü himmet ve âlicenablıktan dem vuranlar selef-i salihinden bizlere miras kalan ulum-u diniyeye ait her çeşit cevher-i aliyenin kutusu hükmünde olan sadef misal kitaplarını taharri ve tetebbu edip, sizleri tenvir ve irşad ederlerse ne âlâ, etsinler. Yoksa barid bir taassub veya meyl-üt tefevvuk hissiyle içtihad davasında bulunan ve asar-ı azimeyi basit anlayışiyle hafife alan, hasid ve hafif insanlar, hamiyet yerine hiyanet, hizmet yerine cinayet etmiş olurlar.

Bu hususta en ziyade selahiyet sahibi olan Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;

“Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değildir. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve adât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namiyle kasr-ı İslâmiyet’ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.”

Faidesine binaen mezkûr meselemize zeyl olarak içtihadı tarif ve bir kısım şartlarını izah edelim.

İçtihad: “Usül-ü fıkıhda tarif edildiği gibi: Ahkam-ı Şeriyye-i feriyyeyi edille-i erbaadan istihraç ve istinbattır. Yani dört delil olan Kur’an, Hadis, İcma, Kıyas’tan ahkam çıkarmaktır. Bu vazife de yani içtihad ve istinbat-ı ahkâm-ı şeriyye, Müçtehidin-i İzam’ın vazifesidir.

Müçtehidin vasıfları (içtihadın şartları):

Evvela, Kur’an-ı Kerimin Şer’i ve Lügavî meanisi ve aksamı yani, has, amm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-ı bilibare, dall-ı biliktiza, dall-ı bildelâle, nasıh, mensuh ve sair aksam ve mânalar müçtehidde meleke ve kariha haline gelmelidir. Bu ilimleri sadece bilmekle içtihad yapılamaz. Meselâ: Celâleddin-i Süyutî gibi mütenevvi ilimlerde dörtyüz esere sahip ve çok defa uyanık iken sohbet-i nebeviyeye mazhar olan bir muhakkik zat, birkaç meselede içtihad yapmak istediğinde, devrin büyük fakihleri “Devr-i içtihad geçmiştir, sen içtihad yapacak iktidarda değilsin” diye kendisine karşı çıkmışlardır. Ömer Nasuhi Efendi’de “Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiye Kamusu” adlı eserinde müçtehidleri büyüklük sırasına göre:

Müçtehid fişşer’i, Müçtehid filmezheb, Müçtehid filmesele, Eshab-ı Tahriç, Eshab-ı Tercih, Eshab-ı Temyiz ve Mukallid-i Mahz olarak sınıflandırmakta ve en alt tabaka olan Mukallid-i Mahz kısmını şöyle izah etmektedir.

“Bu, içtihada, tahriç ve tercihe selâhiyattar olmayıp yalnız bir mezhebe mensub hükümlerin, meselelerin ve rivayetlerin büyük bir kısmını hıfz etmiş, bunları eserlerine derc eylemiş olan herhangi bir zâttır.”

Ömer Nasuhi Efendi, bu izahtan sonra dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fukahasından olup, herbir cildi dörtyüzü aşkın sahifeden müteşekkil altı ciltlik Redd-ül Muhtar isimli fıkıh eserinin sahibi İbn-i Abidin’i Mukallid-i Mahz kısmına misal vermektedir. Bugün içtihad dava eden efendiler(!) İbn-i Abidin’in ifade ve ibarelerini acaba anlayacak iktidarda mıdırlar?

Saniyen, müçtehid, ahkama taalluk eden hadis-i şeriflerin de metin ve senediyle manalarını ve aksamlarını bilmeli ve ravilerin ahvallerine, hadisin cerh ve tadillerine, nasıh ve mensuhlarına, tarih-i vürüdlarına vakıf olmalıdır.

Salisen, müçtehid örf ve âdete vukufiyetle beraber, mevarid-i icmaı, yani hangi yerde icma varid olduğunu bilmelidir ki, ona muhalif içtihadda bulunmasın.

Rabian, müçtehid kıyasın vücuhunu şeraitiyle, ahkamıyle, aksamıyla makbul ve merdudiyle ihâta etmiş olmalıdır.

Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüzü mefkut olursa, o kimseye ıstılahı manasiyle müçtehid denilmez. Davayla sultan olunmaz. Zira, delil istenilir, tasvir-i müddea ile aldanılmaz. Ve nihayet mutlak müçtehid kendi akıl, hayal ve hissiyatından mesele istihraç edemez.Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, dört delil-i seri içinde mestur ve meknuz, dinin itikadla ilgisi olmayan feri meselelerini istihraç edebilir. Aksi halde mesul olur.

Kaldı ki, bu zamanda bu evsafta bir kimse yer yüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Evet zatında mümkün olsa bile adeten vukuu dördüncü asırdan bu yana cumhur-u ulemanın beyan ve ikrarı ile sabit olmamıştır. Durumun böyle olduğunu asr-ı hazır fuzalasından, ulum-u diniyenin mütehassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi, Elmalı Hamdi Efendi ve diğer zatlar kitaplarında beyan etmişlerdir.Zaten şimdiye kadar müçtehidlik dava edenler, mücerred iddiadan ileri gidemeyip kîl ü kal etmişler. Şimdi de idida eden varsa, buyursun içtihad etsin. Dört mezhebde mevcut olmayan hangi hüküm var ise, veya yeniden çıkartılacak kavaid ve ahkam varsa, bu hodfuruşlara teklif ediyoruz. Varsın çıkarsınlar.

Heyhat… Asuman-ı bipayan olan içtihad aleminin dört büyük sultanını onlardan sonra zaman ne yetiştirmiştir, ne de yetiştirecektir.

Evet, içtihad sahasına ait meziyet ve sıfatları kabiliyet ve liyakatları çark-ı deveran ancak onlara reva görmüş, onlara bahsetmiştir.

Arifleri ile, abidleri ile, fakihleriyle memlu olan şu ümmet-i Muhammedi, asırlardan beri tuba ağacı misüllü gölge ve serinleriyle istirahat ettirip, içtihadın meyveleriyle tegaddi ettiren bu zatlara karşı dava-yı müsavat ve rüçhaniyet ne derece hakikatten uzak olduğu akl-ı selimin malumu olsa gerektir.

Evet, içtihad aleminin biri afitâb ise, diğerleri mahitab mevkiinde bulunan, Kur’an-ı Azim’üş Şan ve Hadis-i Şerif gibi iki neyyir-i azam ile enzar-ı alemi celbedip, ümmetin eminleri olan dört zat-ı nuraniye karşı, ancak vicdanı tezkiye-i hakikiyeden zerre kadar nasibsiz olanlar müsavat dava edebilir. Değil ki bunlar, hatta birçok ariflerin fikren tahayyül edip de aynen göremedikleri içtihad sahasına ait o muhayyiril ukul hakikatler ki, her birinin bir şûle-i leması zümre-i arifinin kalp ve fikirlerine aksetse kendi ilim ve marifetilerinin bu şûle-i lema karşısında serap misal görüntüsünden acaba hacalet edip, feza-yı namütenahide gizlenecek bir yer aramıyacaklar mıdır?
Söze Müceddid-i Azam Bediüzzaman’ın Sözler kitabındaki beyanatıyle son verelim:

“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergup oluyor. Vakit be vakit birer mal revaç buluyor? Öyle de alem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda, birer meta mergup olup revaç buluyor. Sükunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona münzecip oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyevinin temini ve felsefenin revaçları gibi… ve Selef-i salihin asrında ve zamanın çarşısında en mergup meta, Halık-ı Semavat ve arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve Nûr-u Nübüvvet ve Kur-an ile kapatılamayacak derecede açılan ahiret alemindeki saâdet-i Ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.

İşte, o zamanda; zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden kimi güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muheverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzarını telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte şu tarzda fıtri bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

Ama şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasullutiyle, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulüp dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte, bunun içindir ki şu zamanda birisi dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle muhasebe eden Süfyan İbn-i Üyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü: Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrisi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ama onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-ı hazırada tevaggulu derecesinde istidadı, içtihad-ı seri kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulum-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için “Ben de onun gibi zekiyim. Niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

Binler selâm ve muhabbetlerimle.

15 Temmuz 1973
Mehmed KIRKINCI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu