Gönül Damlaları

Fazilet-meab Muhammed Efendi

Hayatımızın sertâcı, vicdanımızın ziyası, aklımızın nuru, gönlümüzün süruru olan Nur’un şanlı ve azametli hizmeti ile Amerika ve Avrupa’nın âfakını istila eden cehalet ve taassup bulutlarını izale etme gayretiniz, fikir ve nazarımı meclup ettiğinden sizleri tebrik ve tebşir sadedinde âcizane bu mektubu kaleme aldım.

Hakim-i Ezeli, gayret ve ihlâsınızı Avrupa’nın necat ve hâlâsına vesile ittihaz ederek, o bahtı kara kıta ve ülkeleri Nur-u Tevhid ile ışıklandıracak ve feyz-i marifetin şuaları, lemaları, katreleriyle manileri izale edip, saâdet baharını getirecektir. İnşaallah, kanaatime göre bu hizmet-i azime sizin gibi sadakat ve hamiyette nümune-i imtisal, fedakâr ve sahib-i himmet ağabeylerin cehd ve gayretleriyle tahakkuk edecektir.

Asırlardan beri Kur’an’ın hakikatlerine karşı hasmane bir tavır takınmakla ruhsuz ve gıdasız kalan bîmecal Avrupa, sizlerin teşebbüs ve gayretlerinizle hayatlanacak ve vücut-pezir olacaktır. Üzerlerine çöken zulmani bulutların altında nâçar ve bibehre olan o ülkeler, Nur’un bâd-ı sabâsiyle o zulmetli bulutlardan süprülecek bilâd-ı Said’e dönecektir. İnşaallah…

Aziz Efendim, eğer garbın medeniyet denilen o envar-ı marifeti, mertebe-i ilim ve kemâlatın nokta-i müntehası, ilimlerin şahı belki de padişahı olan iman-ı Billah ve Marifet-i Rabbaniyeyi netice verirse, işte o zaman Avrupa hazz-ı ruhani ve inşirah-ı vicdaniyesi ile tatlı tatlı “Hayat ne imiş? İnsan ne imiş? Habib kim imiş? Mahbub kim imiş?” mânâlarını mass ederek kitab-ı kâinatın hikmet-nüma, hidayet-eda sahifelerini marifet-i İlahiye namına mütalaâ ederek dem-güzar olacaktır.

Kanaatim şudur ki, Feyyaz-ı Mutlak, nihayetsiz Rahmet ve İnayetiyle bazen bir habbeye ihsan ettiği feyz ve bereketi onun iştiyak, ihtiyaç ve meyelanı nisbetinde hakkında Cennete çevirir, tane iken bağ-ı bostan eyler. Bereket kanuniyle biri bine, belki de yüzbine baliğ eder. Madem Hikmet ve İnayeti böyle cereyan ediyor, öyleyse sizler de dest-i gayretinizle o hakikat çekirdeklerini ve habbelerini Avrupa’nın ve Amerika’nın zekâ tarlalarına ekiniz. Neşv-ü nemasını da Yed-i Rahmete tevdi ediniz. İşte, o zaman görülecektir ki, o koca, mağrur ve mütekebbir Avrupa’da, binler seneden beri nice darülfünun ve mütefenninlerin açamadıkları kapının açılmasını Rabb-i Cemil, Nur ile ihsan edecektir. İnşaallah, sizlerin vesilesi ile Avrupa kemâlat-ı medeniyetini ve derece-i marifetini ikmal edecek ve neticede Avrupa ve Amerika afakında, “Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, insaniyet-i kübra olan İslamiyetin mâ ve ziyası ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saâdete sevkeden hakiki mürşidi ve hadisi” olan Kur’an-ı Azimüşşan hükmetmekle bir bab-ı saâdet ve refah açılmış olacaktır. Bu Nur’u, efkâr ve vicdanlariyle hissedip arayan kalpleri perdeleyen iki sınıf insan, bu manzaradan bihakkın utanacaklardır.

Bunlardan birincisi, bütün himmetlerini âlem-i maddiyata hasredip, marifetperverlik ve medeniyet perdesi altında nefis ve arzularını tatmin ve teskin etmek isteyen; bu maksatla dünyaya ait ulûm ve fünun ile meşgul olan dünyaperestler, mütekebbir ve cebbar âkil feylesoflardır. Bunlar, bir derece akıllarını tenvir ettiklerinden bu suri ahval ile iktifa ederek, kalplerini gaflet perdesi ile örttüler; bu suretle nefislerini tesid ve tesrir ettiklerini zannederek o siyah nikabın maverasına nazar edemediklerinden o semavi hidayetin tenvirinden uzak kalıp, ülkelerini perde-i gaflet ile husufa tutturarak o koca Avrupa’nın saâdetine set oldular.

Diğeri ise, ruhban ve manevi reisleridir ki; riyasetleriyle kendilerini aziz telakki edip ve ettirerek, taassuplarının icap ve iktizasınca asırlar boyunca “Tevhid” davası altında “Teslis” muammasını bir akide-i sır diye aklın hilafına telkin edip, ilme, fikre ve mütefekkirlere husumet ederek yıllarca hıristiyan âlemini herc-ü merc ettiler. Hatta akıl ve fikirleri, irade ve efalleri silsile-i taklide bağlayarak taassup bataklığına saplanarak taharri, tahkik, tetebbu kapılarını kapatıp, Sırat-ı Müstakim olan Kur’an’ın cadde-i nurani yesinden gaflet ettiler. Nazar-ı ibret ile bakmadılar, baktırmadılar. Vesait ve esbaba tesir-i hakiki vererek, enaniyeti kamçıladılar. Hatta kendi iradelerini irade-i ilahiyenin bir şubesi zannettiler. Belki de irade-i ilahiyenin aynı telakki ederek rububiyet-i batılaya saptılar. Ruhban sınıfını sanki mertebe-i uluhiyete kadar çıkardılar. Elhasıl, bu iki gurup elele vererek, gurur ve taassup çizmeleriyle saâdet-i beşeriyeyi çiğneyip mahvettiler.

Taharri-i hakikate âşinâ olan ve zamanın yapraklarını dakik bir nazar-ı ibret ile tahkik ve tedkik eden herbir muhakkik görecektir ki; bu herifler, âlem-i insaniyeti sisli ve kâbuslu bir hava içinde bırakıp, mahiyet-i insaniyenin hasais-i esasiyesi olan akıl ve kalpleri birbirinden ayırarak Kur’an-ı Kerim’in o âfaktan doğmasına mâni oldular. Böylece, ulûm ve fünûnun dine mugayir olduğunu vehmederek, dine karşı lâkayd kaldılar. Hoca-i Kâinattan ve Rahmeten Lil Âlemin olan Fahr-i Âlem Hazret-i Muhammed (S.A.V.) den istifade ve istifaze edemediler, ettiremediler. Böyle bir Zât-ı Ali-Kadr’den ve O’nun getirmiş olduğu usul-i fezaili cami ve fıtrat-ı asliyeye mutabık din-i mübinden gaflet etmekle beşeriyeti bir feyz-i mücellâdan mahrum bıraktılar.

Onlar, böyle bir siyah perdenin altından çıkmazken, ne yazık ki; bizde de Avrupa’nın dalalet-âlud felsefesine ve evham-âlud aklına meftun olan nice terakkiperver hem medeniyetperver Avrupa hayranları sureten menus, sireten makûs bir şeytan olan dışı süs, içi pis Avrupa medeniyetinin mahiyetini kavrayamadılar. Gâh kışrına, gâh suretine gâh telakki ve tarz-ı hayatına, gâh kaldırımlarına, gâh sefalet çukurlarına imrendiler, battılar ve batırdılar…

Şimdi artık, Nur’un Avrupa’da ve Amerika’da telemmu ve tenevvür etmesi ile bu iki sınıfın tesis ettikleri bütün bu hurafeler dağılıp atılacaktır. Şirke perde olan bu sır çözüldü ve çözülüyor. Bu hakikate arif olan bugünün muhakkik ve müdakkik ruhani reisleri ile hak ve batılı temyize kadir, müteyakkız ve münsif âlimler, hakiki Tevhid-i Kur’an’ın rasadı ile tarassut edip, bihakkın nazara vereceklerdir.

Malumdur ki, hayatın ve saâdetin kıymet ve kemali, devam ve şumulündedir. Demek ki, devamı olmayan herhangi bir sürur ve lezzetin mevcudiyeti, madumiyetine müsavidir. Elbette, o müteyakkız zevat, bileceklerdir ki; maddi ve manevi saâdeti bünyesinde derc edemeyen bir terakki ve medeniyet, insanın ebed arzusunu tatmin ve teskin edemez, fıtratı doyurup işba edemez. Ruh gibi bir cevher-i âlinin nihayetsiz arzularına cevap veremez. Nitekim üdeba-yı evliyadan bir zât-ı nurani, fıtratın icabı olan ebediyet arzusunu ne güzel terennüm etmiştir: “Ben değilim o padişah Tahttan inen, tabuta binen Benim fermanımdaki yazı ölümsüzlük ve ölümsüzlüğe giden”
İşte, sadece maddeye münhasır bir hayatın, bir nimetin lazime-i zaruriye-i daimisi olan saâdet-i dareyni iktiza eden hak dini aramak, hem vicdanın gereğidir, hem fıtratın icabıdır. Avrupa ebede uzanacak bir arzuyu, bir saâdeti aramanın eşiğindedir.

Artık Avrupa, sinn-i rüşd ve kemale ermek hengamında rüştünü isbat ederek mükellefiyetini kabullenecek; İnşaallah en yakın bir istikbalde Kur’an’ın rahle-i tedrisi önünde diz çökecek ve talim-i hakikat edecektir.” İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine, mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalaâta karşı, Subhanallah, Maşaallah, Allahuekber diyerek o semavatı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatı ile Kainatı velveleye verdiren istihsan ve takdir ile tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile ber ve bahri cezbeye getiren Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in himmet-i manevisi altında bu azim hizmette Nur talebeleri, mezkûr Avrupa medeniyeti yerine, batını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sireti şefkat cazibedar bir meleği andıran ve hem medeniyet-i kübra olan İslamiyetin i’la ve neşrine hizmet edeceklerdir.

Ruh ve hayatın lezzet ve saâdetini kaybetmekle herbir dakikada nehirler kadar esef ve hüzün akıtan nice kalpleri, bahirler gibi bîpayan olan Kur’an’ın feyziyle hüzün ve kederden kurtarıp sürur ve refaha kavuşturma teşebbüs ve gayretinizi tebrik eder, hizmetinizin makbuliyetini dergah-ı İlahiyeden niyaz ederim.

Başta Zât-ı Âliniz olmak üzere umum kardeşlerimize binler selâm ve muhabbetler…

17 Aralık 1981
Mehmed KIRKINCI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu