Nur-u Aynım Oktay Bey
Âsâr-ı uhuvvet ve muhabbetinizi ibraz eden mektubunuzu aldım. Vaktinde cevap yazamadığım için mahzunum. Sizin gibi zekâ ile marifeti cem etmiş ve hakikate âşinâ bir yâr-ı vefâdarın hüsn-ü zannını ihtiva eden mektubunuz, o tatlı ibare ve şirin ifadeleri ile hafif hafif esen nesim-i seher gibi şevkimizi ihtizaza getirdi. Takdir ettiğiniz sadıkane ve safiyane hizmetimiz, bazı muhibler tarafından gelen sû-i telakki, sû-i zan ve sehv-i takdirin sadmeleri ile kalblerimizi mahzûn ve mükedder kılmış iken, sizler gibi takdirşinasların hüsn-ü zanları gönüllerimize şifayâb oldu.
Doğrusu memnun olduk, inşirah bulduk. Hemen şu hususu gayet açık ve samimi olarak ifade edeyim ki; bu mükedderiyet ve mahzuniyetim hissiyatımın ahvalidir. Amma aklım, iz’anım, idrakim, vicdanım ise, Nur’un meslek ve meşrebi içerisinde şu iki hakikati tasvip ederek geliyor:
– Kardeşlerimizin hüsn-ü zan ve hüsn-ü takdirlerini hizmet-i Kur’aniye ve imaniye namına dua kabul etmek.
– Bazı muhiblerin sû-i telakki ve sû-i vehimlerini ise, onların, nura sadakatlerinden ve hizmet-i nuriye namına endişelerinden gelen hasbî bir ikaz, teyakkuzumuza vesile olacak ciddi bir murakabe kabul etmek.
Bu nokta-i nazardan idrak ve vicdanımın almış olduğu telezzüz, nefsimin mahzûniyet ve mükedderiyetinden pek büyük ve pek mukaddestir.
Evet, Nur’un bize bahşettiği Rabbani ve lâhutî zevkleri hiçbir keder, gam ve tasa zedeleyemez. Bazı refikler tarafından esen şefkatâlud teessür rüzgârları, haşin de olsa başakların olgunlaşmasına vesile olduğundan binnetice hayır ve saâdettirler. Bir teessür ki, zevk ve saâdetleri celbediyor, -nefsülemirde- ona teessür denilmemeli. Akıl ve vicdan hakikati teslim ederken, nefis ve hissiyatın muhalefeti şahsiyet-i insaniye için ciddi bir noksanlıktır.
Oktaycığım, her ne ise… Lehülhamd velminne, âhir zamanın bu müthiş sadmeleri içerisinde bizler çok bahtiyarız. Taksim-i ezeliyeye razıyız. Nur ve Nur’un hizmeti bizlere kâfi ve vafidir. Emin ol ki, Nur’un tefeyyüzü ile mütelezziz olmak cennetlere bile müreccahtır.
Evet, feyz de safa da huzur da inşirah ve sürur da Nurlardadır. Âlemde ne kadar güzellikler varsa, hepsi de Nur’un penceresi ile temâşâ edilir. Âli hisler onunla uyanır, tatlı neşeler onunla ihya edilir. Hissiyatlara O, letâfet katar. Yeisi o kırar, hüzün ve elemi dağıtır. Kalbe intibahı, ruha inşirahı o verir. İmanlara rüsuh ve metaneti o kazandırır. Gönüllere saykalı o vurur.
Doğrusu; Risale-i Nur, bu asrın ruhuna bir inşirah, idrakine bir intibah, kalbine bir ciladır. Cihânın çehre-i muallasına münceli olan bu nur-u marifet ile, asrın basiret gözü açılmıştır. Dehrin idrakine çöken sıklet-i küfür, Nur’un hakikat ve marifet şualarının karşısında zir-ü zeber olmuş ve olacaktır. Letâfet ve nuraniyetiyle ehl-i imanı şevk ile ihtizaza getirmiş, gönlünü feyz ve vecde makes kılmıştır. Bu sadâ-i necat ve felah, inşaallah bütün cihânı feyzine gark edecektir.
Öyleyse bizlere düşen en büyük vazife, hayatımızın kıymettar dakikalarını bu marifetlere hasretmektir. Zaten insanlar için en önemli marifet, marifet-i Rabbaniye ve maarif-i ilahiyedir. Fıtratımızdaki şevk-i marifeti Risale-i Nur’a tahsis edersek, vicdanımıza, memleketimize ve âlem-i insaniyete karşı vazifelerimizi bihakkın ifa etmiş oluruz. Bu marifetlere vesile olamayan ilim ve malumatın, servet ve mülkün, makam ve mevkinin nefsülemirde hiçbir kıymet ifade etmeyeceği bedihidir.
Bunların bahşettiği imtiyazlara güvenilmez. Belki de bunlar, rıza ve sıddıkiyete giden yolda, birer hicab, birer prangadırlar. Onun için enfüsî ve afakî âlemlerdeki hicapları açmak, prangaları kırmak, nurlu ve müstakim ufuklara, rıza sahiline vasıl olmak için Nur’un meslek ve meşrebini esas ittihaz etmemiz gerekir. Öyle ise, bizler için lüzumlu olan, Nur’un hakikat larına tam yapışmak, Nur’un rızaya isal edici meslek ve meşrebini amel ve harekâtımızla tam göstermek, onun envar ve hakikatlarını mirat-ı ruhumuzda tam temessük ettirmektir.
Nur didem, aziz efendim, anladığım şu ki, hizmete ait muvaffakiyetsizlik, isabetsizlik, hata ve kusurlar, Nurdaki azamî ihlâs, azamî sadakat, âzami tesanüd, azamî temkin… gibi düsturların layıkıyla hayata tatbik edilemeyişinden ileri gelmektedir. Daha açıkçası Nur’un meşrebinin, seciye ve mizaç haline getirilememesidir.
Ayrıca mektubun ihraz ettiği ifadelerin siyak, sibakından tahattur ettiğim “su-i zan” ve “hüsn-ü zan”na ait bir iki hususu da sizin gibi yar-ı vefadarıma yazayım dedim. Şöyle ki: Sû-i zan bir hastalıktır. Lâkin bilinmez ki bir hastalıktır. Sû-i zan, müptela olanı bir efkâr-ı vehmiye ve vahiyeye götürür, aldatır, belki iğfal eder. Hak ve hukuku zedeler. Kin ve iğbirar gibi şahsiyet-i insaniyeyi kemiren mezmûm ahlâklara menşedir. Sadakat ve ihlâs ile hamiyet ve gayret ile hizmet edenlerin şevklerini kırar. O, huzurun, şevkin himmet ve hamiyetin muharribidir. Sû-i zan zakkum ağacına benzer.
“Güzel gör, hem güzel bak. Ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Ta leziz hayatı bulmalı… Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zan da emeli. Sû-i zanla yeistir; saâdet muharribi, hem de hayatın katili.”
Üstadımızın bu veciz ifadeleri haddizatında bizlere kâfidir.
İnsanı bu gibi vahi ve bâtıl tasavvurlardan kurtarıp, dehşetli ızdırap yollarından vikaye eden ve sû-i ahlakın zuhuruna imkân vermeyen bir seciye-i âliye ise, hüsn-ü zandır. Evet, uhuvvet, sadakat, ihlâs ve muhabbet gibi temel seciyelerden biri de hüsn-ü zandır. Hatta hüsn-ü zan bir cihette ulvî hislerin ve ahlâk-ı âliyenin esasıdır.
Bunların manevî muhafızı ve kale-i rasihidir. O, bir rabıta-i hayat ve bir sebeb-i ülfettir. O, dinen memur olduğumuz bir sünnetir.
Elhasıl, vefakâr dostların, hüsn-ü zan ve hüsn-ü telakkileri birer tiryak-ı safidir. Sadıkane muhabbet, safiyane uhuvvet ve hasbî kadirşinaslık kadar gönülleri neşveyab eden bir zevk-i ruhanî yoktur. Bu seciyeler bir bahş-ı rahmanidir. Bir kuvve-i rabıta-i kudsiyedir. Nesiminde hayat vardır; ruhları müncezip eder,harekete getirir. Gönülleri parlatır. Fikirleri yükselten nuranî birer feyz-i tecelladır. Onun için uhuvvete meftunum. Evet, ezvak-ı uhuvvet vicdanlarda temevvüc ettikçe âsar-ı şevk tatlı tatlı ihtizaza gelir. Sürur goncaları gönüllerde nazenin nazenin açılır.
Başta Sungur Ağabey olmak üzere, Orhan Bey, Rahmi Bey, Necmeddin ve Şemseddin Beylere, Abdülvahid, Dikmen, Vakkasoğlu, Vahdet, Saffan ve sair kardeşlere selamlarımı tebliğ ederseniz memnun olurum.
Cenab-ı Allah bizleri şu hizmet-i kudsiyede müstakim ve muvaffak kılsın. Âmin.
25 Temmuz 1984
Mehmed KIRKINCI