Aziz Kardeşim Vehbi Bey
Evvelâ selâm eder, hizmet-i imaniyede istikametle, muvaffakiyetinizi Rabb-ı Rahim’den niyaz ederim.
Mektuba, kısa bir mukaddeme tarzında birkaç hususu zikrederek başlayacağım. Çünkü hakikatlerin muhakeme ve tahlilinde, zihinleri hatadan muhafaza etmek için bu hususların nazar-ı dikkate alınması icap eder. Bir mes’elenin sebep ve delillerini tahkik ve tedkik etmek, ilim ve hikmetin lâzımıdır. Hakikatler, kemal-i dikkat ve hulus-u niyetle araştırılmalıdır. Mes’elelerin tezekküründe leh ve aleyhteki cihetleri tartarken “müşahade” ve “teemmül” ile itina etmek, vicdani ve ahlaki bir tehzibdir. Bunlardan istinkâf etmemek ehl-i hakikatin şiarıdır.
Binaenaleyh, bir şahsa izafe ve nisbet edilen şeyin, mücerret iddia ve ithamlardan uzak olması gerekir. Çünki, Beraat-ı zimmet asıldır. İhtimal ile de dâva sabit olmaz. Bu hakikate muhalefet edilirse, hukuk-u ibad zedelenir, neticesi vebal olur. Hukuk-u ibadın ind-i İlâhide ne derece ehemmiyete haiz olduğu izahtan varestedir. Öyleyse, hukuk-u ibadı muhafaza için, su-i zan ve te-vehhümden de kaçmak gerekir. Çünki, hüccet ve delile müsned olmayan herhangi bir iddia ve zanna da itibar yoktur.
Diğer taraftan, bir hakikatin tezekküründe mânâ ve mefhumların iyi bilinmesi şarttır. Bunlar bilinmezse “mefhumlar anarşisi” ortaya çıkar. Neticede mantık ve muhakemenin yerini mugalâta ve demogoji, ilim ve fikrin yerini de vehim ve şarlatanlık alır.
Müdakkik kardeşim, mektubunuzda sual ettiğiniz “taklidcilik” ve “muaraza”nın mefhum ve mânâları tebarüz ederse, zannederim mes’ele tavazzuh eder.
“Taklidcilik” Risale-i Nur’un cümle ve ibarelerini kendine mal etmek, kendi fikri mahsulâtı gibi göstermektir. Veya hissî, fikrî ve ilmî tekellüfe girerek, kendi cümle ve kelimelerini Risale-i Nurların ibare ve kelimelerinden üstün tutup, onları değiştirmeğe zorlanmaktır. Ancak, şu hususu belirteyim ki: Me’haz göstermek şartıyla, Risale-i Nurların ibarelerini almak veya Nurların mâna ve mefhumlarından, hakikat ve mevzularından istifade edip, ettirmeyi taklidcilik ile iltibas etmemek gerekir. Meselâ, Yirmi Yedinci Mektup’da geçen pek çok Nur talebelerinin mektupları, Üstadımızın vefatından sonra ağabeylerin zaman zaman neşrettiği lâhikalar taklidcilik olmadığı gibi, Risale-i Nurlardan istifade edilerek kaleme alınan eserler de yukarıdaki tarife girmezler. Bu cümleden olarak, ne Sungur Ağabey’in “Anarşi” kitabı, ne Safa Mürsel’in “Devlet Felsefesi”, ne de Şahiner’in eserlerinde Üstadımızın tarihçe-i hayatı hakkında verdiği tafsilatlar taklidcilik olarak kabul edilemez.
Kanaatımca mes’eleye şu açıdan bakmak icap eder:
Evvelâ, Risale-i Nur cevami-ül kelimdir. İşarât, remz, telmih gibi müstetbaatından başka şerh ve izahı icap edecek derin esrar, hakaik ve marifetlerle memludur. Halde ve istikbaldeki Nur talebeleri, karşılaşabilecekleri müşkilleri, hakaik-i imaniyeye ait sualleri, zihinlere atılan istifhamları Risale-i Nur’da vazedilen “kaide-i külliye”ler ve “düstur-u umumiye”ler çerçevesinde halletme ve cevaplandırma ile vazifelidirler. Bu vazife, bu hizmet, müstaid her Nur talebesinin meşru hakkıdır ve bu kapı kıyamete kadar açık kalacaktır. Bu vadide gösterilen gayretler, sarf edilen sözler, kaleme alman eserler, hiç bir şekilde taklidcilik mânâsına alınamaz.
Aziz kardeşim, Risale-i Nurları taklid etmek, zaten mümkün değildir. Çünki, Risale-i Nurlar, serapa mevhibe-i ilâhidir, İlham-ı Rabbanidir. Yani onlarda, fikir ve iradenin, nakil ve rivayetin dahli pek azdır. Selsebil gibi Kur’an’dan nebaan eden bu hakikatları Cenab-ı Allah (c.c.) Üstadımıza bahşetmiştir. Evet, ne etmişse Ezel etmiş, vallahi güzel etmiş.
Kur’an’ın semasından telemmû eden bu hakikatlar cidden harikuladedir. Tanzir edilemez, taklid edilemez. Manası gibi terkibi, tertibi, tanzimi itibarıyla de mevhibedir, keramet-i ilmiyyedir. Risale-i Nurun üslûbu, sûn’i ve tekellüfi değil, tamamen sünûhat ve tuluat neticesi olan bir belâğat ve fesahat üzerine müessestir. Az iz’anı olan onu taklide kalkmaz. Bir kimsenin fazilet-i cüz’iye ve ilmiyesiyle bu hakikatları taklide kalkması, mumun zerrecik ışığını güneşe karşı tefahur ile göstermesine benzer. Zira Risale-i Nur, o derece harika bir inayetin tecellisidir ki, O’nun hüccet ve burhanlarına karşı hiç bir deha, hiç bir zekâ, hiç bir fikir karşı çıkamaz. Eflâtun, İbn-i Sina gibi feylesof ve hükemaların fikir ve düşünceleri, beyan ve ibareleri bu hakikatların karşısında ancak sönük bir fener olabilir. Çünki, Bediüzzaman Hazretleri, sırr-ı veraset noktasından hidayet-i ammeyi netice verecek bir vazife ile ta ezelden tavzif edilmiş, lütf-u İlahiyeye mazhar bir nadir-ül fıtrattır, bir allame-i cihândır, sahib-i zamandır.
“Muaraza” lügat manasında, karşılıklı taarruz, birbirine muhalefet, zıddiyet mânasına gelir. İlim ve ıstılahda ise, bir fikir ve bir dâvayı delil ve burhan ile iptal ederek, o fikir ve davanın nakzını ispat etmektir. Meselâ, ehl-i sünnet ulemasının ehl-i sünnete zıt bir dâva ve fikri, mantık ve münazara usul ve kanunlarına göre, delil-i aklî ve nakli ile nakzedip, ehl-i sünnet dâva ve fikrini ispat etmesi bir muarazadır. Demek ki muarazada, taraflar arasında niza olabilecek bir mevzu, bir dava sözkonusudur. O davayı ispat veya iptal etmek isteyen taraflar, karşılıklı deliller ile cidalleştikleri zaman, taarruz, yani muaraza ve mübareze başlamış olur. Taraflardan birisinin delil ve hüccetleri gayet rasih ve metin, diğerinin zayıf ve sönük olursa, o zaman bu muaraza soğuk ve sun’i bir muaraza olur.
Muarazada tarafların fikir ve görüşleri hayata intikal ettiği zaman, muarazanın neticesi, cemaatlaşma şeklinde tecelli eder. Yani fikirde, düşüncede, amelde birbirine tamamen zıt ve muhalif iki cemaat ortaya çıkar. Cemaatlardan birisi o davanın ispat ve vücudunu dâva ve derûhte ederken, diğeri iptal ve nakzına gayret gösterir.
Muhterem kardeşim, taklidcilik ve muarazanın manaları bu şekilde bilinince, ortaya atılan iddiaların tamamen vehmî, zannî, indî ve hissî oldukları tebarüz eder.
Hazret-i Üstadımızın açtığı çığıra, tebliğ ettiği hakikatlara, neşrettiği esrar-ı Kur’aniyeye, dâva ettiği hizmet-i imaniyeye, beyan ettiği envar-ı kudsiyeye elinden geldiği nisbette gayret gösteren ve hatta daha ilerisi, fikir ve hayatını bu mâna ve hakikatlara hasreden, vakfeden nezreden her Nur talebesinin hizmeti, cehd ve gayreti, beyan ve izahı, kelâm ve kalemi hiçbir cihetle ne taklidcilik, ne de muaraza olarak tavsif edilemez.
Yeri gelmişken, şu hususu da ifade edeyim: Kanaatımca Risale-i Nurlar, niyet-i halise ile hizmet namına ve ehil olmak kaydıyla, ruhunu rencide, mâna ve mefhumunu da incitmemek şartıyla izah edilebilir.
Kardeşim, şu hususu da tebarüz ettirerek, mektubu bitirmek istiyorum:
İhlâsı kıracak, uhuvveti zedeleyecek, tesanüdü bozacak pek çok esbabı, Üstadımız, Risale-i Nurlarda beyan etmiştir. Bu düsturların vazedilmesi, bunlardan ders alıp, kendimizi bu ölçüler çerçevesinde hizmete vermek içindir. Yoksa birbirimizi itham ederek,
“Sen ihlâssızlık ettin, umum kardeşlerin hukukuna tecavüz ettin. Sen faziletfuruşluk yaptın.”
“Sen ilmi enaniyet ile muaraza veya taklidcilik ediyorsun.”
“Sen uhuvveti zedeledin. Düsturlara ihanet ettin.”
gibi ifadeleri birbirimize karşı istimal etmek, hüsn-ü zannı bırakıp, su-i zanla amel etmek için değildir. Bu tarz su-i zanlar cemaatın şevk ve neşesini kaçırır, hizmetin kudsiyet ve ulviyetini rencide eder. Risale-i Nur’un nezahatine, zerafetine yakışmaz.
İhlâs, niyet, sadakat yahut riya ve bencillik gibi vasıflar, kalp ve vicdanın ahvalindendir. Kalp ve vicdanın ahvali ise, umur-u batmadandır. Umur-u batmaya vukufiyet ise fevkalâde zordur. Cenab-ı Allah’ın (cc) lütfetmediği kimseler esrar-ı kalbe vakıf olamazlar. Kalp ve vicdanda cereyan eden hadise ve esrarlar, Allah-ü Azim-üş Şan’ın taht-ı murakabesindedir, Allam-ül Guyub, Hâbir ve Nakkad olan Hak Taâla ile kul arasındadır. Evet kalbimizde ve vicdanımızdaki haller, kabirlerimizden “ba’s” olup, dirildiğimiz gün zahir olacaktır. Bugün, kalbimizde gizlenen niyetler, itikadlar, muhabbetler, kin ve garazlar, o gün apaçık ortaya çıkartılacaktır. Madem bu dünyada bu kalbi ve vicdani hallere tamamen vakıf olmak bizler için fevkalade müşkildir, öyle ise bu gibi hallerde, delil-i zahiri ile hükmedilir. Zaten şeriatın emri de budur. Kardeşlerimizin bilfiil hizmetleri himmet ve gayretleri, fedakârlıkları ise delil-i zahiridir ve gözler önündedir. Niyetleri ve iç iklimleri ise bizce meçhuldür. Öyle ise “Ve nahnu bizzahir” hükmüyle bizler, zahire, vazifeye ve hizmete bakacağız.
Bu vesile ile tekrar selâm eder, azami ihlâs, sadakat ve istikamet ile hizmet-i imaniyedeki muvaffakiyetlerinizi Cenab-ı Allah’dan (c.c.) niyaz ederim.
3 Ocak 1984
Mehmed Kırkıncı