Hz. Peygamber’in Vefası, Sözünde ve Vaadinde Sadakati
Hz. Peygamber (s.a.v), son derece vefalı, sözünde ve vadinde sadık idi. Bu bakımdan kendisine daha peygamberlik verilmeden evvel Muhammed’ül Emin derlerdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v), vefalı idi. Mekke müşriklerinin zulmünden kaçarak kendisine sığınan sahabelerine kucak açan Habeş kralı Necaşi’yi daima hayırla yad etmiş ve öldüğünde de gıyaben cenaze namazını kılıp dua etmiştir. O Habeş Kralı Necaşî ki şöyle demiştir:
“Keşki şu saltanata bedel Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir.”
Onun ölümünden sonra Medine’ye gelen oğluna da kendi eliyle hizmet etmiştir. Yine kendisine hizmet eden bir Yahudi delikanlının hastalandığını duyunca onun ziyaretine gitmiştir.
Birine söz verdiğinde ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Henüz peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (s.a.v) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi:
“Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.”
Hz. Peygamber üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir. İşte Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) “EL’EMİN” lâkabını bu çağında verdiler. O, sözüne, şehâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine herkesin kesin olarak inandığı ve taktir ettiği emsalsiz bir zattı.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi;
“Zâtında gâyet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâya-yı galiyesini ve kemâl-i emniyetini ve kuvvet-i îmânını ve gâyet itminanını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.”1
Kâinatın Fahr-i Ebedîsi, “El-Emin” sıfatına sahip, en kâmil, en akıllı ve güzel ahlâkında herkesin birleştiği peygamberler peygamberidir.
O’nun doğru sözlü oluşunu düşmanı olan müşrikler de çok iyi biliyorlardı. O sırada henüz Müslüman olmayan Ebu Süfyan’a, Bizans hükümdarı Hirakl’in:
“Siz o kimseyi peygamberlik iddia etmeden önce hiç yalanla itham etmiş miydiniz?” diye sorunca, Ebu Süfyan,
“Hayır.” cevabını verir. Daha sonra da:
“Şayet yalan söylemekten korkmasaydım, o zaman yalan söylerdim.” demiştir.
Görüldüğü gibi, Allah Resûlünün doğruluğu peygamberlik verilmezden evvel tescil edilmiştir.
Necip Fazıl şöyle der:
“O, doğruların doğrusu… Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez. Bir boş bulunma, nefse kapılma ânı O’na hulûl edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhâl… İşte bu seciyenin teşekkül yaşına doğru yol almakta… O, genç adam namzedi Nur Çocuk… O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkası bulunmadığı demlerde bile küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir ilâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da düpedüz ve tabiî hali ile insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.”
“Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (A.S.M.)….
Bütün ümmet hatta düşmanları da dâhil olduğu halde icma’ etmişler ki, bütün ahlak-ı haseneye câmi’dir.
Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercümen olan “Muhammed-ül Emin” ünvanıyla iştihar etmiştir….
Kur’ân tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi’ idi. İşte O Zât-ı kerîmde icma’-ı ümmetle, tevatür-ü mânevî-i kat’îyle sabittir ki:”
“İnsanların sîreten ve sûreten en cemîli ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevâzii ve en afîfi ve en cevâdı ve en kerîmi ve en rahîmi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefket gibi ne kadar secaya-yı âliye varsa en mükemmel bir fihriste-i nûranisidir.”2
Dipnotlar: