Muvaffakiyette ve Terakkide Maneviyatın Rolü
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. ‘Tevekkeltü alallah’ der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.”[1]
Vicdanın ziyası, kalbin nuru ve fikrin meşalesi olan iman, her faziletin membaı, maddi ve manevi başarının da temelidir. İnsan ancak manevi bir kuvvet olan iman sayesinde her türlü musibete ve her elim hadiseye karşı dayanabilir; manen ve maddeten terakki eder.
Allah’a iman eden bir mümin, dünyevi ve uhrevi maksatlara ulaşmak için bütün tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra, o sebeplerin gayet âciz olduğunu, o sebeplerin eli ile insana hadsiz lütuf ve ihsanda bulunanın ve tesir-i hakinin yalnız Cenab-ı Hak olduğunu bilir; ruhen ve kalben huzur bulur. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;
“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her şey’in anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.“[2]
Maneviyat, insana büyük bir kuvvet ve cesaret verir, korkularını izale eder. Hem maneviyat, insanın iradesi dışında cereyan eden umumî âfetler, hastalıklar ve musibetlerde mümin için en güzel bir teslimiyet ve teselli kaynağıdır. Ölüm döşeğindeki bir hastaya Allah’a iman ve tevekkülün sağladığı huzur ve sürûru hangi şey temin edebilir?
Peygamber Efendimiz’in (sav.) İslâmiyet’in ilk tesis ve intişarı yıllarında müşriklerin İslâm’a olan şiddetli düşmanlıklarına rağmen, tek başına, silahsız ve kuvvetsiz olduğu halde, eşsiz imanı, teslim ve tevekkülü ile davasında muvaffak olması ve İslamiyet’i dünyanın başına geçirmesi bunun en büyük delilidir. Allah Resulü kapısında bir nöbetçisi olmadığı halde, toprak bir evde sabahleyin savaşa gideceği zaman bile yatağında rahat uyurdu. Bu hal Allah’a iman ve itimadın, teslim ve tevekkülün bir semeresidir.
“Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. ‘Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?’ der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)”[3]
Fen ve teknik sahada terakki etmek için maneviyatın rolü çok büyüktür. Beşerin maddi ve manevi terakkisini, dünyevi ve uhrevi saadetini temin noktasında din-i ilimler ile fen ilimlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu ilimlerden yalnız birisi ile iktifa etmek, beşerin tedennisine sebep olur. Maddi ve manevi terakkiyat ikisinin bir arada olmasıyla mümkündür.
Sadece müspet ilimler ile meşgul olmak ve o sahada ilerlemek insanı saadete götürmez. Zira Matematik, Fizik ve Kimya gibi ilimlerde bir fazilet olmaz. Onların yeri başkadır. Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen insanların huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı gösterememiştir. “Her şeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” Hakiki terakki hem maddî hem de manevî ilimlerin beraber yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddî sahada veya yalnız manevî sahada terakki kafi değildir. Bediüzzaman Hazretleri,
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.”[4]
buyurarak, bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Evet, eğitim ve öğretimde, sadece akıl ve fen ilimleri nazara alınırsa, genç nesiller şüpheci ve isyankâr; yalnız dini ilimler yani kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar.
Cihanda aziz olmak, maddi ve manevi terakki etmek istiyorsak, iman ve fazileti, ilim ve serveti bir merkezde cem etmeliyiz. Her şeyden feragat edilse bile imandan, faziletten, ilimden ve irfandan feragat edilemez. Zira her iki hayatın huzur ve saâdeti, izzet ve şerefi bunlarla kaimdir. Efkar-ı ulviye sahibi insanları ancak bu hakikatler işba edebilir.
Yalnız maddî terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâk ihmal edilirse o toplum manevî çöküntüye uğrar. İnsanlar birbirinin maddî ve manevî hukukuna tecavüz eder, cemiyetin nizam ve intizamı bozulur. Maneviyattan mahrum olan insanlar, ilim ve fennin derinliklerine vakıf oldukları ve hatta onun zirvesine çıktıkları halde hakiki saadeti elde edememişlerdir. Demek ki, dini ve fenni ilimleri birlikte elde eden bir millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur.
Bir milletin ebed müddet payidar olması; kalplerin imanla intibaha getirilmesi, ruhların ahlâk-ı hasene ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile muhafaza edebiliriz.
Maneviyata malik olmayan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez. O halde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak lazımdır ki, istikbalimizi sağlam temeller üzerine bina etmiş olalım. Din, millet, vatan, devlet, namus öyle ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir, ne de çiğnettirilir. Hayat ancak bunlar için feda edilir. Bunlara hakiki muhabbet ancak maneviyatı kuvvetli insanlarda bulunur. Evet, harp meydanında ölüm ile hayat arasında bulunan binlerce insan, söylenen güzel bir sözün tesiri ile gayrete gelerek vatanı, bayrağı ve milleti uğruna en aziz ve en mukaddes olan hayatını feda eder.
Cenab-ı Hak, manzume ve sistemleriyle bu âlemi hep insana göre tertip ve tanzim etmiştir. Bu kâinattan hasıl olan bütün nimetleri ona teveccüh ettirmiştir. Kısacası, kâinatın yaratılmasından maksat insandır. Kâinatın en büyük neticesi, en ehemmiyetli gayesi insandır. İnsan, kâinattan süzülen en lâtif maye, en kıymetli hakikattir. İnsan kâinatta mihrak ve merkez noktadadır. Cenab-ı Hak, dünya ve ahireti onun istifadesine göre terbiye ve tanzim etmiştir. Öyleyse, en büyük himmet ve gayret, insan unsurunun ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarfedilmelidir. Bozulan ve laçkalaşan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır.
Bu ise kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır. Evet, insan unsurunun terbiyesinde, akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir. Ta ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, marifetle dolu kalpler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin.
Maneviyatsız ilmin beşeriyete felah ve huzur yerine şüphe, tereddüt, hatta ıstırap verdiği bir hakikattir. Gençlerimiz bir taraftan fen ilimleri ile terakki ederken, diğer taraftan da huzur ve saâdeti temin ve tesis edecek olan manevi ilimlerle teçhiz edilmelidir.
Tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat, maneviyattan uzaklaşıp ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mahkum ve mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.
Bunun misalleri çoktur. Roma, Endülüs ve Pers imparatorluğu bunlardan sadece birkaçıdır. Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. Ne kanun hakimiyetleri ne de maddi kuvvetleri onları yıkılmaktan kurtaramadı. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkılıp dünta sahnesinden silinip gitti.
Avrupalılar da Endülüs’ten sadece dünya cihetindeki terakkiyi alıp, onları asıl terakki ettiren manevi sırları anlayamadılar ve maalesef bu noktaya bakamadılar. Eğer onlar, Endülüs’teki maddi terakkiyi alıp dünyalarını mamur ettikleri gibi, manevi sahadaki gelişmeleri de alabilselerdi, ahiretlerini de kurtarıp ebedî saadete mazhar olacaklar; Avrupa’nın birçok yerinde kilise yerine camiler yapılacak, kulaklar çan sesi yerine, ezan-i Muhammedî ile dolacaktı. Fakat heyhat!
Bediüzzaman Hazretleri; “Ehl-i bid’a diyorlar ki: Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?” sualine şöyle cevap verir:
“Elcevab: Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünki Avrupa, dinine mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a ‘Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!’ denilse, taassubları muktezasınca diyecek: ‘Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!’“
“Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.”
“Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.”
“Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşkildir. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: ‘Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.’“
“‘Cevab-ül ahmak-is sükût’ kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:”
“Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahid, cenazeleriyle ‘El-mevtü hak’ hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şahadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.”[5]
İstanbul’un fethi, Mısır Seferi, Niğbolu Zaferi ve Çanakkale gibi nice zaferler bunun en güzel ve en bariz misalleridir.
İstanbul’un fethinde, elbette ki üstün bir askeri gücün ve maddi plânın katkısı büyüktür. Ancak bu fethi, muzafferiyetlerin en yücelerinden biri yapan güçlü iman, yüksek şecaat ve maneviyattır.
Hacı Bayram-ı Veli’den hilafet alarak Göynük’te irşat vazifesine devam eden Akşemseddin Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın daveti üzerine İstanbul kuşatmasına iştirak eder ve muhasaraya yardımcı olur. Kuşatma süresince ordunun maneviyatını, cesaretini ve celadetini artırma noktasında büyük gayretler gösterir. Hatta fethin müyesser olacağı zamanı ve hücum edilmesi lazım gelen yeri önceden Fatih Sultan Mehmed Han’a bildirir. Akşemseddin Hazretlerine, “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Kardeşim Hızır ile ilm-i leddünniye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ı evliyadan bir cemaatle hisara girdiğini; kale feth olunduktan sonra da onu kalenin üzerinde oturur halde gördüm.”
Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa ve taraftarlarının muhasaradan vazgeçilmesini istemelerine üzerine, Akşemsettin Hazretleri, onların bu düşüncelerine karşı çıkmış ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesi fikrini savunmuştur. Ortaya koyduğu kuvvetli deliller sayesinde ona itiraz edenleri susturmuştur. Başta Akbıyık Sultan, Molla Hüsrev, Molla Fenari ve diğer İslam büyükleri olmak üzere, müştereken hareket etmişler ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesini sağlamışlardır.
Fatih Sultana Mehmed Han’ın cihangirliği, İslam dininin üç temel otoritesine dayanmaktadır. Dini, manevi ve siyasi kuvveti şahsında toplayan tek şahıs Hz. Muhammed’dir. (s.a.v) Bu üç kuvvetin ayrı ayrı şahıslarda temsil edildiğinin en bariz misalini İstanbul’un fethinde görmekteyiz. Siyasi kuvveti genç Fatih, dini kuvveti Molla Gürani ve manevi gücü de Akşemseddin temsil etmiştir. İşte İstanbul’un fethinin altında yatan asıl sır budur, maneviyatın gücüdür.
Hem meselâ, Plevne Savaşı öncesi, Osman Gazi cihadın ehemmiyetini anlattıktan sonra, askerlerin arasından ileri çıkan bir nefer, kemal-i edeple selam verdikten sonra şu harika nutku okur:
“Şimdiye kadar gözleyip özlediğimiz düğün bayramımızın bugün gelip çattığını, bu okunan ferman bize müjdeledi. Eğer izin ve ruhsatınız olursa, bu gece sabaha kadar bir düğün yaparcasına şenlik yapıp onu kutlayacağız. Çünkü Cenab-ı Allah bir çok ayette bize nüsret vaat ettiğini hocalarımızdan işittik. Bu ayetlerin her biri kalbimize çelikten birer kaladır. Muharebeyi kazanmak çokluğa ve azlığa bakmaz. Bir askerin kumandana, kumandanın da askerine olan emniyeti tahakkuk ederse, az bir askerle nice büyük orduların mağlup edilip bozguna uğradığını Allah vaat ettiği gibi, tarihle sabittir. Bizim de size emniyet ve muhabbetimiz bakidir. Onun için ecdadımızın ve babalarımızın kanı ile yoğrulmuş olan bu vatanın bir karış toprağına bile binler başımızı feda edip, düşmana ayak bastırmayacağız. Bu vatanın toprağını namustan terekküp etmiş olan ecdadımız hukuk-u meşrualarına edilen taarruz ve hücumlara karşı koyup boğun eğmediler. Onlar, zalimlerin namus ve vatanlarına yapmış oldukları tecavüzlerine karşı; “Ya ölüm, ya namus ve vatan” diyerek Allah’a hakiki tevekkül edip, kılıçlarına sarılarak meydan-ı mücahedeye ve cihada çıktılar. “Her cibad abad” diyerek, her türlü fedakarlığı icra ettiler. Alemde şöhret şiar olan kavim ve ümmetlerde misli görülmemiş bir gayret ve fedakarlıkla son nefeslerine kadar sebat ettiler, müdafa-yı namus ve vatan için al kanlara boyandılar. Kimi şehit kimi gazi oldular. Bazı muharebelerde mağlup ve masum kalıp, maddeten mağlup olsalar bile yine de manen galip ve şanlıdırlar. Biz haiz olduğumuz kudret ve cesaretimizi nihayet dereceye kadar sarfedip, murad-ı İlahiyeye razı olacağız… Gazanın pençesi bükülmez. Nüsha-yı Kübra-yı kudret bozulmaz. Lakin mağlup olsak bile yine de münim ve istinatgâhımız Allah’tır. Çünkü mazlumun ve haklının yardımcısı O’dur. Mazlum bir milleti mahvetmeğe adalet-i İlahiye müsaade etmez. Bugün biz mağlup olsak bile, yarın galip geleceğimize inancımız tamdır. Kader, bundan önce bizi Osman Gazi gibi alicenap kumandanlardan mahrum etti ve bir takım ellere bırakarak bizi mağlup etti. Fakat yine hamimiz ve medetgâhımız Allah’tır. Zalimler kuvvet ve zulümleriyle fahr etsinler. Biz de Allah ile fahrederiz. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir.”
Bir Osmanlı neferinin mesrur-u hissiyatı olan bu nutku, bütün ümera ve zabitler gözyaşları ile dinlemiş ve daha sonra da bu nutuk bütün birliklere gönderilmiştir.
Hem yine Yavuz Sultan Selim Han’ın, İslamiyet’i tek bir bayrak altında toplamak gayesi ile çıkmış olduğu Mısır seferinde, daha önceleri Cengiz ve Timur’un defalarca gidip geri döndükleri korkunç Sina çölünü mucizevi bir şekilde on üç gün gibi kısa bir zamanda geçmesi de maneviyatın gücüdür.
Dünya tarihinde ordusuyla beraber Sina Çölü’nü geçen iki hükümdar vardır. Birisi MÖ 525 senesinde İran Şahı Kambiz, diğeri ise, MÖ Makedonya Kralı İskender’dir.
Yavuz Sultan Selim imkânsız görünen bu işi hiç bir zayiat vermeden ve herhangi bir ikmal sıkıntısı çekmeden on üç gün gibi kısa bir zamanda başarmıştır. Büyük bir askerî deha sayılan Napolyon bile Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini öldürmüşlerdir. Birinci Cihan Harbi’nde yeni tekniğin verdiği imkânlar ve tanklarla bile bu çöl, ancak on bir günde geçilebilmiştir.
Gazze ile Mısır toprakları arasında Tih, Sina ve Katya adlarıyla anılan üç büyük çöl vardı ve bu çöller geçilmeden Mısır’a karadan vasıl olmak mümkün değildi. Daha önce buralara gelmeyi düşünen Hülagu ve Timur bu çölleri geçmeyi göze alamadıkları için Mısır arazisi onların istilasından masun kalmıştı.
Adeta kumdan bir deniz olan bu amansız çöl, gündüz sanki bir cehennem, gece ise âdeta bir buz diyarı idi. +50 ile -20 derece arasında değişen bir iklime sahipti.. Yavuz’un inanılmaz azmi ve kesin kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz Sultan Selim atından indi ve askerinin önünde mütevazı bir şekilde iki büklüm olarak yürümeğe başladı.
Askerî erkân hayret ve şaşkınlık içindeydi. “Atların bile kanının kaynadığı ve çok zor gittiği bu çölde sultan acaba niçin atından inip yürümeye başladı.” diye kendi aralarında konuşmaya başladılar. Askerler de atlarından inip yürümeye başladılar. Paşalar, Yavuz Selim Han’ın can ciğer arkadaşı olan Hasan Can’a; “Hünkâr’a sorsanız, acep bu ne iştir?” dediler. Hasan Can Yavuz Selim’e merakla “niçin atından inip yürüdüğünü” sorunca Yavuz şöyle der:
”Görmüyor musun Hasan, önümüzde Allah(c.c)’in Resul’ü Fahr-i Kâinat (sav.) yürüyor. O âlemler sultanı yaya yürürken biz nasıl at üstünde olabiliriz.”
İşte Hz. Peygamber’e (sav.) olan bu büyük muhabbetin ve benzersiz hürmetin bir bereketidir ki, Yavuz ve askerleri o korkunç Sina Çölü’nü bir bulutun altında Allah’ın inayeti ve Resul-i Ekrem’in (sav.) ruhaniyetiyle on üç günde geçmiş ve Mısır’ı fethetmişlerdir. Ayrıca, çölü geçiş sırasında Cenab-ı Hakk’ın büyük bir inayeti olarak senelerden beri yağmur yüzü görmeyen bu çöle yağmurun yağması orduyu rahatlatmış ve ruhlara yeni bir hayat bahşetmiş, onları sürur ve saadete gark etmiştir.
Benzer bir hadise de Kosova Savaşında vuku bulmuştur. Savaş öncesinde arazinin çok tozlu olması ve rüzgârın düşman yönünden esmesi karşısında gece hiç uyumayan Murat Hüdavendigâr gözyaşları içinde şöyle niyazda bulunmuştur: “Ya İlahî!. Bu zamana kadar dualarımı kabul ettin. Beni mahrum etmedin. Ya Rabbi! Ne olur gene dualarımı kabul eyle! Bir yağmur ver de bu karanlığı ve tozu def edip âlemi berrak eyle, tâ ki düşman askerini rahat görüp, yüz yüze cenk edeyim. Ya İlahî! Mülk de Sen’in ve kul da Sen’indir. Sen kime istersen verirsin. Ben dahi bir aciz kulunum. Benim fikrimi ve sırlarımı muhakkak Sen bilirsin. Mülk ve mal benim maksadım değildir. Ben, sadece ve sadece senin rızanı isterim.
Ya Rabbi! Beni bu Müslümanlara kurban eyle! Tek bu müminleri düşman elinde mağlup edip helak eyleme! Ya İlahî! Bunca insanın katline beni sebep eyleme! Bunları galip eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim. Yeter ki sen bunu kabul eyle! İslam askeri için ruhumu teslim etmeye razıyım. Yeter ki bu müminlerin ruhuna benim ruhumu feda kıl! Önce beni gazi ettin, şimdi bu son anda da şehitliği nasip eyle! Amin…”
Nitekim bu çetin savaş esnasında hafiften yağan bir yağmur toz bulutlarını dağıtmış ve akşama kadar devam eden savaşı fazla zayiat vermeden Osmanlılar kazanmış, Murad Hudavendigâr ise şahadet şerbetini içmiştir. Makamı cennet olsun!
[1] Nursî, B.S., Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
[2] Nursi, B.S., Mektubat, Yirminci Mektup.
[3] Nursî, B.S., Sözler, Üçüncü Söz.
[4] Nursî, B.S., Münazarat.
[5] Nursi, B.S., Mektubat.