Osmanlılar yetmiş iki milleti barış ve huzur içinde bir arada tutmayı başardılar
Selçuklulardan sonra asırlarca her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapan, millîyetlerini İslamiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde, Kur’an’dan aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Bernard Lewis şöyle der:
“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i İslamiye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i İslâm’dı, din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”[1]
Osmanlıda ilme ve alime muazzam bir kıymet verilmiş, başta Enderun olmak üzere diğer medreseler asrın ihtiyaçlarına cevap verme noktasında yüksek bir mevkie sahip olmuş, milletin ve devletin maddi ve manevi terakkisinde, irfan ve tenvirinde mühim bir amil olmuştur. Tarihimize şeref bahşeden ulemanın ekserisi bu nurefşan medreselerin mahsulüdür.
Osmanlı devletinin müessisi olan Osman Gazi, Şeyh Edebali gibi bir mürşit ve fazılın irşadı ile tenevvür edip, maddi sahada olduğu gibi ilim ve irfan âleminde de terakki etmiştir.
Aynı şekilde Murat Hüdavendigâr’ın ilhamına vesile bu nurlu medreselerde yetişen dirayetli, faziletli ve istikbalbin olan ulemalar değil midir?
Hem yine Osmanlı padişahları içinde en ziyade istikbali düşünen, basiretli, nafiz bir iradeye sahip olan Yavuz Selim’e o ulvi ruhu ve ittihad-ı İslam fikrini veren İbn- Kemal gibi yüksek şahsiyetler ve müstesna âlimler değil midir?
Müderrislikten sadrazamlığa yükselen Köprülü Fazıl Ahmet Paşa gibi faziletli dahiler, nice mahir kumandanlar hep o medreselerin mahsulüdür.
Fatih Sultan Mehmed’e pek yüksek bir ruh, harikulade bir metanet, izzetli ve şerefli bir makam nefyedenler, Molla Gürani ve Mollah Hüsrev gibi dahi âlimler ve Akşemsettin gibi maneviyat sultanları değil midir?
Evet, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde maneviyata, ilme ve âlime muazzam bir kıymet verilmiş; ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları tesis edilmişti. O dönemde insaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat sultanları, mütefennin alimler ve şairler yetişerek o necip milleti kemalata, fazilete ve marifete isal ettiler.
Zamanın Ebu Hanife’si olarak kabul edilen Molla Hüsrev, talebeleri tarafından evinden ata bindirilerek ders vereceği Ayasofya’ya getirilirdi. Hoca Efendi camiye girdiğinde, hürmet ifadesi olarak ayağa kalkılır ve tazim edilirdi. Dersini bitirdiğinde talebeleri tekrar onu evine bırakılırlardı.
Molla Gürani gibi büyük bir âlimin ciddi, kararlı, şecaatli ve dirayetli tavrı karşısında daha gençliğinden itibaren, ilim ve marifetin hakiki aşığı olan Fatih Sultan Mehmed, Molla Hüsrev gibi devrin en mümtaz alim ve mürşitlerinin rahle-i tedrisinde yetişmiş ve yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine de vesile olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi, padişahlığı döneminde, sohbetler ve müzakerelerle daha da derinleşmiş ve onun en çok zevk aldığı şey bu sohbetler olmuştur. İlim, irfan ve marifetten doymayan, alimlere son derece hürmetkar davranan Fatih, onların da hakiki hamisi olmuştur.
Daha yirmi bir yaşında iken İstanbul’u fethetme bahtiyarlığına eren bu cihangir hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başlarken, diğer taraftan da İslamiyet’in bütün manasıyla ulum ve fünun ile olacağını çok iyi bildiğinden ilim ve irfanlarıyla ün salmış ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek şehrin muhtelif mevkilerindeki medreselere müderris olarak tayin etmiştir. Bunun için de kendi adına izafeten Fatih cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese yaptırmıştır.
Darülfünun mahiyetindeki bu medreselerde sadece İslami ilimler değil, zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek olan, fen ilminin bütün şubeleri okutulmuş ve asırlar boyunca siyasi, idari, içtimai ve kültürel hayatın menşei ve kuvveti olmuştur. Bu medreseler, milletin teali ve terakkisinde mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Osmanlı tarihini şereflendiren ulema ve ümeranın tamamı bu nurlu medreselerin mahsulüdür. Ayrıca o medreselerden nice adaletli hakimler, dahi mütefekkirler, bir çok dirayetli devlet adamları ve mahir ve kahraman kumandanlar yetişmişlerdir. Nitekim bu medreselerde yetişen insanlarda celadet, şehamet, hamiyet, ahde vefa, istikamet, şecaat, vakar, iffet, şefkat, merhamet ve tevazu gibi milletin devam ve bekasının teminatı olan yüksek vasıflar müşahede olunmaktadır. İşte Osmanlının altı asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin bir sırrı da budur.
[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı, Ankara 1993.