Osmanlı, Her İki Üç Köy Arasına Bir Müderris ve Bir Mürşit Yerleştirmişti
Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar. Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde olan haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa edip, asırlar boyunca dünyâda eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan muhteşem bir medeniyet tesis ettiler. Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin sadece maddi kalkınmayla olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy arasına bir müderris ve bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna müderrisler medreselerde ders okutarak insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlayan ve anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi, mürşitler de ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke ve zaviyelerde nice insanlara İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların nefisleri tezkiye, kalplerini tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler.
Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve irfan yuvaları vasıtasıyla insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı erbaa olan Abdülkadir Geylâni, Ahmed er Rüfai, Ahmed Bedevi, İbram-i Dusuki olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutupların, gavsların, âriflerin, evliyaların ve sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali şahsiyetlerin olduğu görülecektir. Bu müstesna zatlar, kalp ve gönül aleminde hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hal yaklaşık bin yıl devam etmiştir. Bundan sonra ise Mehdi-i Azam devri başlayacaktır.
“Hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”
diyen Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbanî Hazretleri “Mektûbât-ı Rabbânî” adlı eserinin 260. Mektubunun bir bölümünde bu hakikati şöyle ifade eder:
“Şunun da bilinmesi yerinde olur: Nübüvvet mansıbı, Hatemü’r rüsül Resulüllah (s.a.v) Efendimizle mühürlenmiştir. Ona ve âline salât ve selâm. Lâkin tebaiyet yolundan, ona tabii olanlara bu mansıbın kamalâtından kâmil manada bir nasip vardır. Bu kamâlat nasibi diğerlerine nazaran, ashab tabakasında daha ziyadedir.”
“Bu devlet, kıllet yolu ile çoğalarak tabiine, sonra da teba-i tabiine sirayet etmiştir. Bundan sonra gizlenmiş, saklılığa geçmiştir.”
“Bundan sonra, velayet kamâlatının zılliyeti yayılıp üstün gelmeye ve şüyu bulmaya başlamıştır.”
“Ancak beklenen odur ki; aradan bin sene geçtikten sonra, bu saklı devlet tecdid edile. Ona bir üstünlük verilip şüyu bulması artırıla. Böylece kamâlatın aslı zuhur edip onun zıllıyetini örte. Ve nisbet –i aliyyenin mürevvici Mehdi gelsin. [1]
[1] Mektûbât-ı Rabbânî, Çile Yay. İstanbul, 1983. Çeviri A. Kadir Akçiçek 1 cilt, sayfa 569