Tenasüh Fıtrat Kanunlarına Muhaliftir
Kâinat nizamını ayakta tutan ve hayatın devam ve bekası için vaz’ edilmiş bulunan sonsuz diyebileceğimiz kadar çok kanun vardır. Eşya arasındaki tenâsüb, ahenk, disiplin, tertib, muvazene ve nizâm bunlarla te’min edilmektedir. Bütün kâinatı kuşatan bir tenasübü ve bütün âleme şâmil bir muvazeneyi sağlayan bu kanunların müessisi, Allah-u Azimüşşân’dır.
Kâinatın her köşesinde, her cephesinde müşâhade edilen Takdir ve Muvazene, Rahmet, Şefkat, Rubûbiyyet, Rezzâkiyyet, Mâlikiyyet… gibi kanunlar zerrelerden yıldızlara kadar âlemde hiçbir şeyin başıboş olmadığını göstermekle, ruhun da başıboş kalamayacağına delâlet eder ve tenasüh iddiasını reddederler. Bunlardan üçü üzerinde kısaca duralım:
1. Tenasüh, Takdir ve Muvazene Kanununa Zıtdır
Kâinatta her şey bir plân ve programdan, takdir ve tâyinden, ölçü ve mizandan çıkmıştır. İhtimamla yapılmış bir elbise, nasıl ki, prova defterinden, terzinin ilim, ölçü, takdir ve maharetinden haber veriyorsa, kâinatta hikmetle yaratılan her şeyin ölçüsü, düzgünlüğü, ahenk ve estetiği ince nizâm ve intizamı da “Takdir ve Muvazene Kanunu”ndan haber verir; Hak Teâlâ’nın adalet, ilim, hikmet ve irâdesini gösterir. Dakik bir nazarla kâinata baktığımızda, bütün eşyadaki güzelliklerin, tenâsüb ve ahengin, ölçü ve nizâmın, cazibe ve çekiciliğin, bu iki kanundan geldiğini görürüz. Çünkü eşya arasındaki estetik ve güzellik, ince bir ölçüye, hassas bir tartıya, maharetli bir takdir ve tâyine, yüksek bir tenâsüb ve âhenge dayanmaktadır. Muvazene kanununu, birkaç misâlle izah etmeye çalışalım:İnsanın yaşamasına yardım eden bir kısım kanunlar vardır. Vücutta, yağ ve besinlerin parçalanmaları, enerjiye çevrilmeleri tam bir muvazene içerisinde olmaktadır. İnsanın erkek ve kadın olarak yaratılmasında bir ölçü ve denge mevcuttur. Ölüm ve doğum denge üzerinedir. Dünya ile güneş arasında bir denge vardır. Med ve cezir olayı, dünya ile ay arasındaki muvazeneyi gösterir. Faydalı ve zararlı mikroplar dengeli bir şekilde çoğalırlar. Bütün hayvanların çoğalmaları yine denge iledir. O hâlde, kâinatta muvazene kanunu vardır ve hiçbir şey, kendini bu kanunun dışına çıkaramaz. Dünyanın hareketleri, mevsimlerin geliş-gidişleri, hep bu kanun ile olur. Bütün atomlardaki sistem, denge kanununa bağlıdır. Semâdaki bütün menziller, bütün galaksi sistemleri, samanyolları, hep denge ile ayakta durmaktadırlar.
Görülüyor ki, kâinatın her köşesinde hükmeden bir muvazene kanunu vardır.Muvazene kanunu muhittir yani her şeyi kaplamıştır ve çok yönlüdür. Bunun, kâinatta, fizikî denge, biyolojik denge, bedenle ruh arasındaki denge… gibi çeşitleri vardır.Bütün hayat sahiplerinin vücutlarındaki yağ ve besinlerin parçalanma ve enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisindedir. Bütün hayat sahiplerinin doğma, büyüme ve beslenmeleri ve nihayet ölmeleri hep bu biyolojik denge kanununu gösterir.Fizikî dengeye gelince, semâdaki bütün menziller, bütün galaksiler, samanyolları,fizikî dengeyle ayakta durmaktadırlar. Atom sistemlerinden güneş sistemlerine kadar her şey bu kanunun şümulüne dâhildir. Her şeyin fizikî yapısı ve dengesi, onun vazifesine göre tanzim edilmiştir. Meselâ, güneş ve ayın fizikî yapıları, onların ruhları hükmünde olan vazifelerine en uygun bir şekildedir. Biri diğerinin vazifesini icra edemez.
2. Tenasüh, İmtiyaz Kanununa Zıttır
Cenâb-ı Hak, her bir mahlûkunun hüviyet ve şahsiyetini muhafaza etmektedir. Buna imtiyaz kanunu diyoruz.
Kâinat içerisinde her nev’in, mahiyeti farklıdır. Herhangi bir mevcudun mahiyeti başka bir mahiyete dönüşemez. Hiçbir şeyin hakikati zıddına inkılâb etmez; özelliklerini yitirmez. Meselâ, elmanın vasıfları kendisinden ayrılamaz, koparılıp alınmaz. O, hiçbir zaman, armut yahut kiraza inkılâb edemez.
Bu kanun, yıldızlarda, güneşlerde, nehirlerde, dağlarda, bağlarda da câridir. Çünkü kâinatta her şey, şahsiyetiyle tekdir. Meselâ, dünya haritasında bir başka Ağrı Dağı, bir başka Nil Nehri yoktur. Denizler bile şahsiyetlerini muhafaza etmekte, birbirilerine karışmamaktadırlar.
Bu kanun, kâinatta öyle hakimane ve hassas bir şekilde çalışmaktadır ki, değil bütün neviler, hattâ her bir ferd dahi, diğerlerinden kesin çizgiler, tanıtıcı vasıflar, temyiz edici hususiyetlerle ayrılmıştır. Meselâ, her insan, simasından parmak izlerine kadar her şeyiyle diğer insanlardan farklı yaratılmıştır. Bu kanun, eşya arasındaki hukukun korunması için vazedilmiştir. Bütün insanlar aynı tip, şekil ve hususiyetleri taşımış olsalar, kimse kimseyi tanıyamaz, hayat mahvolur, hukuk zayi olurdu.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı veciz olarak şöyle ifade eder:
“Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır.”
“Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vâhid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd’ın kasdıyla, bir Muhtar’ın ihtiyarıyla, bir Mürîd’in iradesi ile bir Alîm’in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalâtın en acibidir.”
“Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile yani akıl ile görünmez.”95
Malûmdur ki, eşyanın vasıfları, zatî hassaları, mahiyetinden ayrılmaz. Bal arısı ile karasineği ele alalım: Her ikisinin de vücud yapıları genelde birbirilerinden farklı oldukları gibi, teferruatta da farklıdır. Meselâ, birinin kanat yahut ayak yapısıyla, diğerininki birbirine benzemez. Çok nişan ve hususiyetlerle birbirilerinden ayrılırlar.
Bunlar, uzuvları itibariyle olduğu gibi, ruh ve istidatları itibariyle de birbirilerinden ayndırlar. Birinin ruhu gül bahçelerinden hoşlanırken, ötekinin ki kanalizasyon çukurlarından hoşlanır. Bu misâl dürbünüyle diğer hayvan nevilerine de bakılabilir. Hiçbir hayvan nevinin zatî hassaları kendilerinden kopup, başka nev’e geçmez. Bu durum, insanlarla diğer hayvan nevileri arasında kendini daha iyi göstermektedir. Meselâ, insan ruhu, bir hayvanın cesedine girmiş olsaydı, o takdirde, idrâk ve düşüncesiyle, hitabet ve kitabesiyle, san’at ve istidadiyle, hülâsa bütün hassalarıyla birlikte gitmesi gerekirdi. O zaman hayvanlarda da, meselâ, filozoflar, mütefekkirler, ilim adamları… olması lâzım gelirdi. Onların da kültür ve medeniyetleri, san’at ve edebiyatları,.. olacaktı!
İmtiyaz kanununun zaruri bir neticesi olarak, insanlarla hayvanlar arasında ve hayvanların kendi aralarında tenasüh olamayacağı gibi, insanlarla insanlar arasında da olamaz. Zira bir insan, ilim ve irfanıyla, itikad ve ima-nıyla, zekâ ve dirâyetiyle, şefkat ve merhametiyle, hamiyet ve şecaatiyle… bir başkasının tıpatıp aynı değildir. Meselâ, İmam-ı Gazâlinin o nezîh ruhu; vicdan-ı kudsîsi ve ilm-i âlisiyle diğer ruhlardan ayrılır. Eğer, tenasüh mümkün olsaydı, bugüne kadar dünyaya birçok Gazâlî’lerin gelmesi gerekirdi. Ve yine, birçok İbn-i Sina’lar, Eflâtun’lar… gelmiş olacaktı. Hakikatta ise, böyle birşey vaki değildir.
Bir insanın, hem tahsil hayatında, hem de mezuniyetinden sonra çalıştığı bütün vazifelerinde hüviyet ve şahsiyetini devam ettirmesi gösteriyor ki, onun, “Sicil Dosyası” ölümünden sonra da ondan ayrılmayacaktır. O, bu hüviyetiyle Mahkeme-i Kübrâ’da, en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar hayatının hesabını verecektir. Cenâb-ı Hakk’ın adâlet-i mutlakası, Hâşir’de öyle bir vüs’atle tecelli edecektir ki, değil insanlar, bütün hayvanlar bile hüviyetleriyle dirilecek ve muhasebeye tâbi tutulacaklardır. Bu hakikatin tahakkuku, imtiyazı icab ettirmektedir.
İmtiyaz kanununun en azim gayesi, en büyük hikmeti ve en mühim neticesi âhirete bakar. Mizân-ı Kübrâ’da, her ferd, Kur’ân-ı Azîmüşşan’m ifadesiyle, “Zerre Miskal” hayır ve şerrin hesabını verecektir. Bu muhasebenin neticesi olarak, ehl-i Cennet’in her birisi, imân, amel ve takvası nisbetinde ayrı ayrı lütûflara ve makamlara mazhar olacaktır. Ehl-i Cehennem’den her bir ferd de, küfür ve isyanının ağırlığına göre, farklı azâblara mâruz kalacaktır. Bu hakikatin tahakkuku, her ferdin, hüviyet ve şahsiyetini muhafaza etmesine ve diğer hayat sahiplerinden ayrılmasına bağlıdır.
3. Tenasüh İddiası “Rezzâkiyet Kanununa”da Aykırıdır
Her nevin rızkı, o nevin şahsiyet ve hüviyetine, kadr-ü kıymetine göre tâyin ve taksim edilmiştir. Cenâb-ı Hak, şuuru, idrâki ve konuşma kabiliyetini ihtiva eden en büyük hayat mertebesini insana bahşettiği için kemmiyet ve keyfiyet itibariyle en müstesna, en lâtif, en gıdalı, en zarif nimetleri onun sofrasına sermiştir. Meselâ, tavuk yem ve darı ile iktifa ederken, insan tavuk ve yumurta yemektedir. Koyun, diken ve saman yerken, insan et ve süt ile beslenmektedir. Dünyada bile davet ve kabullerde “Protokol” gözetildiğine” göre, insana bu kadar ehemmiyet veren Rezzâk-ı Kerîm, elbette, onu insaniyet sofrasından alıp, bir başka hayvanın cesedine sokarak onun sofrasına oturtmaz. O’nun hikmet ve rahmeti, buna müsaade etmez.
Dipnotlar:
95. Mesnevi-i Nuriye.