Bazı Alevîler Ehl-i Sünnete Mensup Müslümanları Yezîd’in Zulmüne Tarafdar Olmakla İtham Ediyorlar. Bu ithama Karşı ne Dersiniz?
Şunu hemen ifâde edelim ki, bu ithamı yapan Alevîler hakikatta azınlıktadırlar. Büyük ekseriyeti teşkil eden akl-ı selim sahibi Alevîler ise, Ehl-i Sünnet’e mensup Müslümanların Âl-i Bey’i ciddi olarak sevdiklerini ve onlara karşı muhabbet beslediklerini, onları daima tâzimle yâdettiklerini yakînen bilirler. Bununla beraber, yine de mes’eleyi kısaca tahlil etmekte fayda vardır, zannediyoruz.
Ehl-i Sünnet’e mensub Müslümanlara “Yezid” diyerek onları töhmet altında bırakmak, hiçbir bakımdan doğru değildir. Bu fevkalâde yanlış bir hüküm ve büyük hatadır. Zira, Müslümanlar Ehl-i Beyt’i ciddi sevmişler ve Yezid’in işlediği emsalsiz zulme, ne fiilen, ne fikren, ne kalben, ne de hayâlen asla iştirak etmemişler, aksine bundan fevkalâde müteessir olmuşlardır.
Evet, Ehl-i Beyt’i sevmek ve onlara yapılan zulümler karşısında müteessir olmak mü’minlerin imanlarının icabıdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân mü’minlere, “Ehl-i Beyt’e muhabbet etmelerini” emrettiği gibi, Peygamber Efendimiz (SAV) de Hasan-Hüseyin Efendilerimize fevkalâde muhabbet göstermişler ve birçok hadîs-i şerîfleriyle mü’minleri onları sevmeye teşvik etmişlerdir. Hattâ bir defasında onlan mübarek kucağına alarak,
“Allah’ım, bunları ben seviyorum, sen de sev ve bunları sevenleri de sev.”
buyurmuşlardır. Buna binâen, dört hak mezhebin hepsinde de “Ehl-i Beyt’e muhabbetin vâcib olduğuna” hükmedilmiştir.
İnsafla düşünülecek olunursa, Sünnî Müslümanları Yezid’e ve O’nun zulmüne taraftar göstermek asla mümkün değildir. Zira, Yezid’ve taraftarları Ehl-i Beyt’e karşı misilsiz cinayet işlemişler ve Ümmet-i Muhammed’in kalblerini yaralamışlardır. Bütün Müslümanlar, yeri göğü titreten, ehl-i insafı ağlatan bu cinayetlerin, dün olduğu gibi, bugün de ızdırabını çekmektedirler. Cenâb-ı Hakk’ın:
“Zâlimlere, herhangi bir zulüm, bir cinayet, bir haksızlık yapmış olanlara meyletmeyiz. Tâ ki, nâr (ateş) size dokunmasın.” (Hûd, 11/113)
Fermanına muhatap olan aklı başında bir mü’minin Yezid’in cinayetlerine taraftar olması nasıl düşünülebilir ve söylenebilir? Cihanda eşine ender rastlanan böylesine bir zulme şerik olmak, kalben dahi olsa iştirak etmek mümkün müdür? Elbette ki değildir!…
Evet, Müslümanlar Yezid ve taraftarlanndan daima nefret etmişlerdir. Bunun en açık bir delili şudur ki, o günden bugüne kadar hiçbir Müslümanın, çocuğuna Yezid ismi verdiği görülmemiştir. Fakat çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin isimlerini verenler pek çoktur. Halen bütün hutbelerde tazim ve dua mânâsında Çârıyâr Efendilerimizle birlikte Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin de isimleri zikredilmektedir.
Burada, mes’eleyi biraz daha vuzuha kavuşturmak için Kur’ân-ı Azîmüşşân’da zikredilen mühim bir düsturu nazara vermemiz yerinde olacaktır: Kur’ân-ı Kerîm’e göre, “Bir kimse bir başkasının hatasından, günahından, cinayetinden sorumlu tutulamaz.” Bu kaideden hareketle, bir kimsenin işlediği bir cinayet yüzünden onun babasını, kardeşlerini, evlâtlarını, yahut akrabalarını mes’ul tutmak mümkün değildir. Hakikat böyle iken, Yezid’in işlediği cinayetler yüzünden o günden bugüne kadar gelip geçen bütün sünnî Müslümanlar nasıl mes’ul tutulabilir? Böyle bir telâkki, değil İslâm hukukunda, dünyadaki hiçbir hukuk sisteminde mevcut değildir.
Şu halde, bugün, eğer selâhiyetli bir mahkeme hey’eti bir araya gelse ve hicretin 61. senesinde vuk’ubulan o cinayeti yeniden görüşse, acaba asıl faillerinin dışında kalan, o günkü masum insanları ve yine o günden bugüne kadar gelip geçen bütün Müslümanları, hangi adalet prensibiyle mahkûm edebilir, tazip edebilir, idam edebilir?
Şu kaideyi de zikretmekte fayda mülâhaza ediyoruz:
Herhangi bir kimseye bir hâdise isnad edildiğinde, o şahıs ile o hâdise arasında bir münasebet aranır. Dün Endülüs’te, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında yaşamış bulunan ve bugün Avrupa’da, Hint’te, Yemen’de… yaşamakta olan Müslümanlarla Yezid’in işlediği cinayetler arasında nasıl bir münasebet olabilir ki, onlar mahkûm edilebilsinler? Böyle bir itham, ehl-i insaf ve vicdan nazarında, câhiliye âdeti olan kan dâvalarından çok daha aşağı bir seviyededir.
Bilindiği gibi, kan dâvası güdenler, sadece cinayeti işleyen kimsenin akrabalarına zulmederler. Bu ithamda bulunanlar, bu câhiliye mantığı ile dahi hareket etseler, ancak cinayeti işleyenlerin kendilerine, evlâtlarına, torunlarına ve akrabalarına kin besleyebilirler, zulmedebilirler. O halde, düşmanlıklarını bütün Müslümanlara teşmil etmelerinin câhiliye mantığında bile yeri yoktur.
Şu noktayı da ehemmiyetle nazara almak icabeder. Ehl-i Sünnet’e mensup Müslümanların Yezid’i sevdiklerini ve o mel’unun cinayetlerine rıza gösterdiklerini iddia etmek büyük bir iftiradır. İftira ise, dinimizde en büyük bir günahtır. Nitekim, Peygamberimiz (SAV) şu hadîs-i şerîfiyle mü’minleri iftiradan şiddetle menetmiştir:
“Bir kimse, bir müminde olmayan bir şeyi ona isnat ederse(iftira ederse), yaptığı iftiranın cezasını çekmeden Allah Teâlâ onu koyduğu cehennemden çıkarmaz.” (Ebu Davud, Akdiye, 14; İbn Mace, Eşribe, 4)
Başka bir hadis ise şöyledir:
“..Kim (karalamak gayesiyle) bir Müslümana bir iftira ederse, Allah o kimseyi bu söylediği sözler (in vebâlin)den (tamamen temize) çıkıncaya kadar, cehennem köprüsü (sırat) üzerinde bekletir.” (Ebu Davud, Edeb, 36)
Bu hak dostlarını böyle bir zulme taraftar göstermek Cenâb-ı Hakk’a karşı muaraza, yani, itiraz etmek demektir. Zira Cenâb-ı Hak bir hadîs-i kudsîde meâlen: “Her kim bir velî kuluma, şanına yakışmayan bir şeyi isnad etmekle eza ve cefa ederse, bana harb açmış olur. Bana harb açan ise ebedî hüsran ile mahkûm olur,” buyurmaktadır.
Mevzuumuzla yakın alâkası olması cihetiyle muhabbet ve buğz etme üzerine kısaca durmakta fayda görüyoruz. Dinimize göre, muhabbet de, buğzda ancak Allah için oldukları takdirde makbuldür ve ibadet sayılır. Muhabbet madem Allah içindir. Öyle ise, sevilen kimse veya şeyler Allah’a götürmeli, O’nu perdelememeli. Cam gibi şeffaf olmalı, O’nu göstermeli. Aksi takdirde, bu muhabbet Azîz ve Celîl olan Rabbiyle kendi arasında bir hicab (perde) olur.
Bir mü’min, başta, Peygamberimiz olmak üzere muhabbete lâyık bütün zâtları ancak Allah için sevecek ve onlara elinden geldiğince benzemeye çalışacaktır. Demek ki, muhabbette iki temel esas vardır. Birisi, muhabbetin Allah rızası için olması; diğeri ise, muhabbet edilen zâta hâl ve hareketlerde benzemeye çalışılmasıdır.
Bu bakımdan, bir Müslüman Hz.Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi ancak ve ancak Allah için sevecek ve her hususta onlara benzemeye çalışacak, yani onlar gibi inanıp yaşayacak, onlar gibi düşünüp ibadet edecektir. Yoksa, “Ben Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi seviyorum, bu bana yeter.” demek kişiyi kurtarmaz.
Buğz mes’elesine gelince, muhabbet gibi o da Allah için olmalı ve buğz edilen kimseye benzemekten şiddetle kaçınılmalıdır. Buna göre bir Müslüman, Yezid’e Allah için buğz edecek, onu sevmeyecek ve onun işlediği haram ve isyandan, nifak ve iftiradan, fısk ve sefahetten uzak kalmaya azamî hassasiyet gösterecektir. Hâl ve hareketlerinde Yezid’e benzemek ve ona sadece mücerret olarak lanet etmek, Müslümana hiçbir hayır ve sevap kazandırmaz.
Şu da bir hakikattir ki, bir kimse şeytandan nefret ettiğini iddia etse de Allah’ın hiçbir emrini yerine getirmese ve O’nun haram kıldığı fiilleri işlese, bu adamın şeytana laneti kendisini kulluk mükellefiyetinden kurtaramaz, necatına vesile olamaz. Yezid’e her gün yüzlerce defa lanet etmekle beraber, Yezid’in yolunda giden, İslâmiyetten uzaklaşan, içkiye müptelâ olan, namazını ve orucunu terk eden bir Müslümanın hâli de bunun gibidir.
Kaldı ki, Yezid daha dünyada iken belâsını bulmuştur. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak sadece Müslümanların değil, bütün insanların kalblerinde ona muhabbet kapılarını kapatmıştır. Diğer taraftan Yezid islâmiyeti yaşamaktan gitgide uzaklaşmış, sonunda namazı terketmiş, içki müptelâsı olmuştur. İçki iptilâsında o derece ileri gitmiştir ki, kendisine, “İçkiyi Allah-ü Teâlâ’nın haram kıldığı ve bunun Kur’an’la sabit olduğu” söylendiğinde, “Kur’an’da haramsa da İncil’de helâldir.” diyerek, kendisini büyük bir tehlikeye atmıştır.
Bugün de içki müptelâları arasında öylesine sapık bir çizgiye varanlar oluyor ki, insan ister istemez ürperiyor. Bunlar, Kur’an’ın haram kıldığı ve necis olarak tabir ettiği şarabı takdis ediyor ve içkiden, sözüm ona, manevî bir haz duyduklarını iddia edebiliyorlar.