I. İnsan Emaneti Yüklenmiştir
Emanet, birisine koruması için bırakılan maddî ve manevî servet demektir. Emin olmak manasına da gelir. Emanet, semavat, arz ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, edası zor ve mesuliyeti büyük bir yüktür.
Allah’ın yeryüzünde halifesi olması sebebiyle büyük bir mesuliyet yüklenen insanoğlunun, bu durumu Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu (emaneti yerine getiremeyecekleri korkusuyla) yüklenmekten çekindiler ve bundan endişeye düştüler. Fakat onu (emaneti) insan yüklendi. Böylece o, (nefsine) çok zulmetti ve (akibetinden) çok cahil oldu.”1
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, semavat ve arzın bu kadar cesamet ve azametlerine rağmen, emaneti üslenmekten çekinmeleri, teklif-i lâhiyeye karşı gelmek değil, onlarda onu yerine getirecek kabiliyetlerin olmamasındandır. İnsan ise, bu emaneti Allah’ın ona ihsan ettiği istidat ve kabiliyeti sayesinde üslenmiştir. Demek ki, emanetten asıl maksat, insanın kendisine verilmiş olan nihayetsiz kabiliyet ve istidat ile Vacib-ül Vücud Hazretlerini tanıması ve O’nun sıfat ve esmasına ayine olmasıdır.
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek( bilmesidir.)”2
Evet, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esma-i ilâhiyenin tecelligahı, insanın kalbidir. Kudsi bir hadiste Cenab-ı Hak:
“Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım. (Yani onun ile bilindim.)”
buyurmuştur. Evet, güneş küçük bir cam parçasında tecelli edip ma’kes bulduğu halde, koca bir dağda tecelli etmez. Zira dağda bu kabiliyet yoktur.
Kainatta vazifesi olmayan hiçbir mahluk mevcut değildir. Cenab-ı Hak güneşe ziya ve ağaca meyve verme istidadını ve vazifesini verdiği gibi, insanı da kendisini tanıması ve namaz gibi diğer ulvî ibadetleri yerine getirmesi için yaratmıştır.
İnsana emredilen bütün ibadetler ve ona verilen maddî ve manevî bütün cihazatlar birer emanettir. Çünkü onları herhangi bir yerden satın almış veya bulmuş değildir. Eğer insan, bu emanetleri Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun kullanır ve her bir azayı O’nun emrettiği şekilde istimal ederek şükrünü eda ederse, emanete riayet etmiş olur ve cennete layık kıymet alır. Bu harika cihazları, nefis hesabına çalıştırıp, hakiki sahibine satmazsa, en kıymettar cihazatları, en kıymetsiz şeylerde sarf ettiğinden, emanette hıyanet cezası görür ve esfel-i safilin tarafına gider.
“Mesela göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur…”3
Demek ki, herkes kendisine emanet edilen şeyleri muhafaza edip etmediğinden âhirette hesaba çekilecektir. Onun için insan bütün ömrünü Allah’ın rızası yolunda geçirmelidir.
Eminlik büyük bir haslettir. İnsan, emin sıfatına ancak Cenab-ı Hakka ezelde verdiği sözü yerine getirmekle mazhar olabilir.
Yukarıda emanetle alakalı ayetin sonunda zikredilen “cehûlâ” kelimesini Bediüzzaman Hazretleri şöyle tefsir etmiştir:
“Hem insan -hayvanların aksine olarak- hayata lâzım her şeye karşı cahildir, her şeyi öğrenmeye mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için, sîga-i mübalağa ile cehûldür. Hayvan ise, dünyaya geldiği vakit hem az şeylere muhtaç, hem muhtaç olduğu şeyleri bir-iki ayda belki bir-iki günde, bazan bir-iki saatte bütün şerait-i hayatını öğrenir. Güya bir başka âlemde tekemmül etmiş, öyle gelmiş. İnsan ise, bir-iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede ancak menfaat ve zararı farkeder. İşte cehûl mübalağası, buna da işaret eder.”4
Dipnotlar:
1 Ahzap, 33/72.
2 Sözler, s. 87.
3 Sözler s. 27.
4 Mektubat, s.332.