İnsan, Millet, Devlet

İman

İman, güvenmek, emin olmak, güven vermek anlamındadır. 

İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe, kaza ve kadere tereddütsüz bir şekilde inanmak, bu hakikatleri kalben tasdik etmek ve bu tasdikini dil ile de ifade etmektir. 

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,

“İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayri­sini icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.”44 

Mümin olmanın iki temel şartı vardır: Kalben tasdik ve lisanen ikrar etmek. Kalben tasdik: Kalpteki tasdik daimi ve bakidir. Bu tasdikte değişiklik olmaz.

“Kulun lisanı sadık olmadıkça, inancı sadık olmaz. Kalbi sadık olmadıkça, lisanı sadık olmaz.”45 

Lisanen ikrar: İman hakikatlerine inanan her insan bu imanını lisanen ikrar etmelidir. Çünkü, kalpteki tasdike ancak ikrar ile vakıf olunur. Aksi halde o kişinin mümin olup olmadığı bilinmez. Zaten bu ikrar olmazsa o kişi, Allah indinde mümin olsa bile şeriat nazarında iman sahibi sayılmaz. Şeriat zahire göre hükmettiğinden kendisine dünyevi ve hukuki hükümler de tatbik edilemez. 

İnsanın en mukaddes vazifesi yaratıcısını bilmektir. Marifetullah iba­detten önce gelir. Zira bir şeyin ulviyeti ve azameti bilinmezse tazimde noksanlık olur. Tazim ise marifetten sonradır. Bu hikmete binaen Cenab-ı Hakk’a iman her şeyin fevkindedir. İman marifetullaha bina edilir. Bu da dinin temeli ve esasıdır. 

İman ve din öyle bir nurdur ki, onların ziyası hangi kalpte tecelli ederse o kalp marifetullaha âyine olur. İman, mukaddes ve muazzam bir fazilet menbaıdır, vicdanın ziyası, fikrin meşalesidir. Ruh ancak onunla tatmin olur ve huzur bulur. O, öyle bir kuvvettir ki, insan o kuvvetle her musibete ve her elim hadiseye karşı dayanabilir. O öyle bir vüs’attedir ki, insanı geçmiş ve gelecek bütün zamanlarda aklen ve ruhen yaşatabilir.

Şayet iman tecessüm etse, onun kemal ve cemalini temaşa edenler kendilerinden geçerler. İman, insanı Cenab-ı Hakk’a intisap ettiren, onu kul olmanın şerefine erdiren ve rızasına ulaştıran mukaddes bir rabıtadır. İmanın güzellik ve meziyetleri saymakla bitmez. İnsan iman sayesinde Allah’ın varlığını, bir­liğini ve kemal-i kudretini tasdik edip, Mukaddes Zat’ını her şeyden ziyade takdir, ta’zim ve tesbih ederek, marifet ve muhabbetullah mertebesine nail olur.

İnsan, iman sayesinde Peygamberimiz’den ve Cenab-ı Hakk’ın o’na inzal ettiği Kur’an-ı Kerim’den istifade ederek insan-ı kamil mertebesine ulaşa­bilir. İman insana kudret-i ilahiyeye karşı acz ve kusurunu hissettirip, nefsi­ni gurur ve kibirden muhafaza ettirir. İman öyle sağlam ve hiç kopmaz bir bağdır ki, sıdk ile ona sarılan doğ­rudan doğruya Allah’a vasıl olur. Böylece ruhu, aklı ve kalbi huzur bulur. İnsan iman sayesinde önce kendi nefsini tefekkür ederek nasıl bir kud­ret kalemiyle yazılmış bir nüsha-i kübra olduğunu, sonra kainatın ulviye­tine, nizamına dikkat ederek, bu ahengin bir Sani-i Kadir’in varlığına ve birliğine şahadet ettiğini tasdik eder.

Cenab-ı Hakk’ın insanlara lutfettiği nimetler nihayetsizdir. Bu nimetlerin en büyüğü imandır. Çünkü diğer nimetler helal olsalar bile onların zevkle­ri ve lezzetleri ani ve fanidir, imana ait sürur ve saadet ise daimidir, bakidir. Bu hakikati hem akıl, hem ilim, hem din, hem de vicdan tasdik eder. 

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“İman çıplaktır, elbisesi takva, ziyneti haya, sermayesi ibadet ve meyvesi de ameldir.”46 

İman baskı ve korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir teslimiyet ile kabul ve ikrar edilmelidir. 

Eğer bu tasdik kesin ve tereddütsüz olmazsa, “zan” ve “şüphe”den ibaret kalır. İman ise zan, şüphe ve tereddüt kabul etmez. 

İmanın altı rüknüne inanmak farzdır. İman bir bütündür; tecezzi ve inkısamı kabul etmeyen bir külldür. İman hakikatlerinden bazısına inanıp bazısına inanmayan bir kimse iman etmiş olmaz. 

“İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünki her bir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Her biri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur.”47 

Bir insan bütün peygamberlere iman ettiği halde, Peygamber Efendimiz’in (asm) peygamberliğini inkâr etse, o şahıs İslâm ve iman dairesinden çıkar. Yine bir insan helal olan bir şeye haram derse veya haram olan bir şeyi helal diyerek işlerse o kimse de imanını kaybeder ve Allah katında küfre düşer. Namaz, oruç, zekat gibi ibadetleri ehemmiyetsiz gören ve hafife alan kimse de kâfir olur. 

İnsanları iman hususunda dörde ayırmak mümkündür: 

Birincisi: Allah’ı ve Allah’tan geleni hem kalbiyle hem de lisanıyla tas­dik eder.
İkincisi; kalbiyle tekzip, lisanıyla tasdik eder.
Üçüncüsü; kalbiyle tasdik, lisanıyla tekzip eder.
Dördüncü kısım da; hem kalbiyle hem de lisa­nıyla tekzip eder. 

Bunlardan birincisi, hem Allah katında hem de insanlar nazarında mümindir. İkincisi, insanlar arasında mümin, Allah katında kâfirdir. Halk arasında bunlara “münafık” denmektedir. Üçüncüsü, lisanen ikrar etmese bile, cemaatle namaz kılmak, oruç tutmak gibi şeaire ait emirleri yerine getirdiği görülse, bu da lisanen ikrar gibidir. Dördüncüsü ise, hem Allah katında hem de insanlar nazarında kâfir diye adlandırılır.

Ehl-i Sünnet’e göre imanda artma ve azalma olmaz. İmam-ı Azam bu hususta şöyle buyurmuştur: 

“İman ne artar ne de azalır. Çünkü imanın artması, küf­rün azalması; imanın azalması ise küfrün artması şeklinde anlaşılır. Bu ise bir şahsın hem mümin hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu hüküm batıldır, geçersizdir. Çünkü bir mümin hakikaten mümindir ve müminin de imanında şüphe yoktur. Nitekim kâfirin de küfründe tereddüt yoktur.” 

İmanda artma ve azalma olmamakla birlikte imanın daha kuvvetli ve daha zayıf olması söz konusudur. İmanın zerreden güneşe kadar derecele­ri vardır. Mesela, mum bir ışıktır, ancak az bir rüzgar ile sönebilir, yani ışığı devamlı değildir. El feneri de bir ışıktır, o da pili bitince söner. Kullandığımız elektrik de bir ışıktır, sigortanın atmasıyla o da söner. İman güneş gibi olmalıdır, ne rüzgarla, ne de sigorta atmasıyla sönmemelidir. Bu ise ilim ile okumakla, ibadet ve tefekkür etmekle elde edilir. 

“İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdika münhasır değil, bir çekirdekten tâ bir büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görülen misali güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esma-i İlahiyye ve sair erkan-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, bütün ilimlerin ve marifetin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kutsiyedir.”48 

Ayrıca iman, taklidî ve tahkikî olmak üzere ikiye ayrılır:

Taklidî iman, mukallidin, yani delil ve hüccete dayanmadan inanan bir insanın imandır. Bu Ehl-i Sünnete göre makbuldür. Ancak insan imanını taklidden tahkike çıkarmak için gayret etmekle mükelleftir; etmezse mesul­dür. 

Tahkikî iman, akli ve nakli delillere dayanarak elde edilen imana deni­lir. Tahkiki imanın da hakkalyakîn, aynelyakîn ve ilmelyakîn olmak üzere üç mertebesi vardır.

İlmelyakîn; bir şeyi görmeden, var olduğunu bilmek suretiyle inanmaktır. Aynelyakîn; bir şeyi görerek inanmaktır. Hakkalyakîn ise bir şeyi bizzat bilerek, görerek ve hissederek inanmaktır. Mesela, çok uzaklarda bir duman görseniz dersiniz ki, ‘duman olduğuna göre orada yanan bir ateş vardır.’ Bu ilmelyakin mertebede imandır. Bu dumana doğru biraz yaklaşsanız ve ateşi görseniz bu aynelyakin bir imandır. Hakkalyakin iman ise, ona iyice yaklaşıp sıcaklığını tam hisset­mek veya ona dokunarak hakikaten anlamaktır. 

İmandaki hakkalyakin mertebesinde şek ve şüphe olmaz. Bu son mer­tebeye vasıl olmak peygamberlere, ilim sahibi evliyalara, ilmiyle amil büyük alimlere mahsustur. 

“Evet iman-ı taklidî, çabuk şübhelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok me­ratib var. O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhan­larının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazan mağlub olur.” 

“Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derece­sidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuya­bilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat or­duları hücum da etse, bir halt edemez.”49 

Malumdur ki, Peygamber Efendimiz (asm) ile Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) imanı bir değildir. Aynı şekilde Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile de diğer insan­ların imanları da bir değildir. Peygamber Efendimiz (asm)

“Eğer Ebu Bekir’in imanı terazinin bir kefesine diğer bütün müminlerin imanı da diğer kefesine konulup tartılsa Ebu Bekir’in imanı daha ağır gelir.” buyurmuşlar­dır. 

Yukarıda iman esaslarının başında Allah’a iman’ı zikrettik. Bunu biraz izah etmekte fayda mülahaza etmekteyiz. Zira iman esaslarının en birinci­si, temeli ve esası Allah’ı eserleriyle ve eserlerinde tecelli eden sıfatlarıyla bilmektir. 

Cenab-ı Hakk’ın Zat ve mahiyetini hakkıyla bilmek beşer için mümkün değildir. Çünkü, Cenab-ı Allah beşerin aklıyla tasavvur edebileceği hiçbir şeye benzemez. Çünkü O, halıktır, mahluk değildir. O, mekandan, zaman­dan, ölçüden ve cismaniyetten münezzehtir. O’nun mukaddes zatı ne bir şeye benzer, ne de herhangi bir şey O’nun zat-ı âlâsına benzer. Çünkü O, her şeye muhittir; mahdut ve mütenahi değildir. Allah’ın zat ve mahiyetini bilmek ancak kendine mahsustur. İnsan kendi ruhunun mahiyetini bilip tarif edemediği halde nasıl Allah’ın zatını idrak edebilir? Lakin O, nimet ve eserleriyle tefekkür edilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde

“Cenab-ı Hakk’ı nimetleriyle düşününüz. O’nun Zat ve mahi­yeti hakkında düşünmeyiniz. Çünkü bunu layıkıyla idrak edemezsiniz.”

der. O’nun zatından bahsetmek, O’nu bir şeye benzetmek şirktir. Ancak O’nu kainatta gördüğümüz eserleri ve o eserlerde tecelli eden sıfatlarıyla biliriz 

Bu konuyu iman hakikatlerinin birincisi olan “Allah’a iman” hakkında bazı bilgileri vermekle yetinelim. 

Allah sıfatlarıyla bilinir. O bütün kemal sıfatlarla muttasıf ve bütün noksan sıfatlardan da müberradır. Sıfat-ı İlahiye de iki kısımdır: 

1. Zatî sıfatlar.
2. Subuti sıfatlar. 

ZATÎ SIFATLAR 

1. VÜCUD: Vücud, var olmak demektir. Vücud sıfatına sıfat-ı nefsiye veya zatiye de denir. Vücud, Hak Teâla Hazretlerinin mevcut olup, onun zıddı olan yokluktan beri olmasıdır. 

Cenab-ı Hak Vacib’ül Vücuddur ve varlığı zatındandır. Yani varlığı vacib, yokluğu ise mümtenidir (imkânsızdır). Başka birinden veya başka­sının yardımıyla var olmuş değildir. 

Bu mümkinat içinde en mükemmel mahluk insan olduğu halde hiçbir şeyi, bir zerreyi bile yoktan var edemediği malumdur. Bundan dolayı müm­kinatı yoktan var eden bir vacib’ül vücudun bulunması lazımdır. 

2. KIDEM: Allah’ın varlığı ezelidir. Bir başlangıcı yoktur. Görmekte olduğumuz her şeyin ise bir evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü önceden yok iken var olmuştur. Fakat Allah Teâla böyle değildir. Çünkü O’nun varlığı vacibtir. Kıdem ve ezeliyet vacibin muktezasıdır. 

3. BEKA: Allah bakidir, yani varlığının sonu ve nihayeti yoktur. Gözümüzle gördüğümüz bütün varlıklar ise sonradan oldukları için bir zaman sonra yine yok olacaklardır. Beka, Allah’ın zatî sıfatlarından birisi­dir; bunun zıddı olan “bir sonu olmak” O’nun hakkında muhaldir, böyle bir şey düşünülemez, tenakuzdur. Cenab-ı Allah hem kadim ve ezeli, hem de baki ve ebedi bir vacib’ül vücuddur. Çünkü kıdemi sabit olanın bekası da vacibtir. 

4. VAHDANİYET: Vahdaniyet Allah’ın “bir” olması demektir. Allah bir­dir. O’ndan başka vücudu vacib olan hakiki bir varlık yoktur; doğmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun hiçbir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri yoktur. Her bakımdan ‘bir’ olmak O’nun zatî sıfatlarındandır. Zatının eşi, benzeri, ortağı olmadığı gibi, sıfatları itibariyle de benzeri yoktur. 

5. MUHALEFETÜN Lİ’L-HAVADİS (Sonradan olanlara benzememek): Allah Teâla zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O’nu nasıl düşünürsek düşünelim, O bizim düşündüklerimizden, hayal ettiklerimiz­den başkadır ve hiçbirisine benzemez. Allah’ın varlığı, vacib, kadim ve bakidir. Binaenaleyh, zatı cihetinden de sıfatları bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak Allah’ın zati sıfatların­dandır. 

6. KIYAM BİNEFSİHİ (Kıyam bizatihi): Varlığı kendi zatının mukteza­sı olup, başkasından olmamak, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak demektir. Şu varlık aleminde ne varsa hepsi varlığında ve varlığının devam etmesinde müstakil değildir. Onların her biri muhakkak ki, kendilerinden başka bir varlığa muhtaçtırlar. Vacib’ül Vücud olan bir Allah’ın zatı düşü­nüldüğü zaman, varlığı da beraber düşünülür. Varlık O’ndan ayrılmaz. İmam Maturidî, Allah’ın sekiz sıfatı olduğunu söyler. 

SUBUTİ SIFATLAR 

İmam Eş’arî’ye göre ise Allah’ın sıfatları yedidir. (Sekizinci sıfat olan tekvin sıfatını Eş’arî Hazretleri kudret sıfatı içinde kabul etmiş, müstakil bir sıfat olarak görmemiştir.) 

1. HAYAT 

2. İLİM 

3. İRADE 

4. KUDRET 

5. KELAM (Kelam sıfatı Allah’ın harf ve sese muhtaç olmadan söyle­mesi demektir.) 

6. SEM’ (İşitme sıfatı) 

7. BASAR (Görme sıfatı) 

8. TEKVİN: Cenab-ı Hakk’ın bilfiil yaratmak sıfatı demektir. Allah’ın “Kün” emriyle dilediği her şeyi yaratmasıdır.

Dipnotlar:

44 İşarat’ü-l İ’caz.
45 Taberanî, İbn-i Mesud’dan.
46 Buhari, Ebu Hureyre’den.
47 Şualar.
48 Sikke-i Tasdik-i Gaybi.
49 Emirdağ Lahikası-I.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu