İnsan, Millet, Devlet

İnsanın Tarifi Üzerine

Bilirsiniz ki, bir şeyin “efradını cami ağyarını mani” yani bütün yönleriyle tarifini yapmak, kolay değildir. Bazı filozofların insanı “Akıl sahibi bir varlıktır” diye tarif etmeleri insanın yaratılışındaki hikmetlere bakıldığında çok basit kalmaktadır. Çünkü o, kâinat kitabının âdeta bir özeti gibidir. Allah’ın en çok ikram ettiği ve en aziz kıldığı bir eseri ve sevgilisidir. Evet insan bir damla su iken okyanusları içinde barındıran mümtaz bir mahluktur. İşte bu açıdan bakıldığında insanı hakkıyla tarif etmek oldukça zordur.

Cenâb-ı Hak, insana nihayetsiz istidat ve kabiliyet ihsan etmekle onu bütün mahlukattan üstün kılmıştır. O, Allah’ın öyle büyük bir nakşıdır ki, dünyanın süsü, Cennet’in çiçeği olmuştur. Yüce Allah, onu sevdiği gibi meleklerine de sevdirmiş ve meleklerine ona secde etmelerini emretmiştir. Çünkü, Yüce Allah, dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır. Onu sıfatlarının tecellisine ayine yapmış, kendisine muhatap kabul ederek, onunla konuşmuş ve sohbetiyle şereflendirmiştir. Acaba insan için bundan daha üstün bir muamele, bir makam ve bir şeref düşünülebilir mi? Allah’ın insana ikram ettiği nimetler, akılları hayrette bırakacak kadar büyüktür. Cenâb-ı Hakk onu âleme sultan ve yeryüzüne halife tayin etmiş, bir ucu ezelde diğer ucu ebedde olan dünya ve ahiretin ölçülerini ve hassas dengelerini onun için düzenlemiştir. Evet Allah-ü Teâla, insanları dünyada maddi ve manevi nimetlerine mahzar etmek için yarattı, tâ ki insanlar, O’na ibadet etsinler, O’nun isimlerini ansınlar ve O’na şükürde bulunsunlar. İşte insanoğlu, dünya ve ahiret saadetini bu vazifeleri yerine getirmekle elde eder. Cenab-ı Hakk’ın muradı da zaten, insanların bu saadet ve huzurla yaşamasıdır.

İşte dünya ve ahiretteki nimetlerin kendisine takdim edildiği bu insan, o nimetleri kendisine veren Zat’a karşı şükür ve ibadetle mükelleftir.

Evet,

“Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.”

ayet-i kerimesinden anlaşılıyor ki, insan maddi ve manevi birçok cihetle en güzel bir şekilde yaratılmıştır. Mesela; insanın manevi cevherlerinin kaynağı olan ruhu güzeldir, o ruhun elbisesi olan bedeni güzeldir, bir irfan meşalesi olan aklı güzeldir, Halık-ı Hakîm’in varlığının şahidi olan vicdanı güzeldir. Dimağı güzeldir, zira orada zeka denilen pırlantanın parıltısı vardır. Konuşması ve ifadesi güzeldir, düşünmesi ve hayali dahi güzeldir…

Evet, insan kendine verilen bu kıymetli cevherlerin değerini takdir edemeyip Allah’a karşı nasıl gaflette bulunur ve onları kaybederek, nasıl aşağıların en aşağısına düşer? Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu güzel ifadeleriyle beyan etmiştir:

“…insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek, şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”7

O halde insanın dünyaya gelişi, ne zevk ve safa, ne de yiyip içmek içindir. O dünyaya her şeyden önce Allah’a iman etmek, O’nu esma ve sıfatlarıyla tanımak, O’na muhabbet ve kulluk etmek için gönderilmiştir. İşte insan için en büyük zevk, bu vazifeleri yerine getirmektir. Zaten hayatın gayesi bunlar olduğu gibi faziletin de kaynağı, pınarı bunlardır. Eğer, bir insan hayatını saadet ve neşe ile geçirmek istiyorsa, bu vazifeleri tam manasıyla yerine getirmesi gerekir. Haram dairesinde zevk ve sefa arayanlar en aşağı mertebelere düşerler. Bir kısım insanlar Allah’ın lütfuyla cennetin çiçeği olduğu gibi, bir kısmı da O’nun adaletiyle cehennemin odunu
olurlar.

Her hakikatin esası, temeli muhabbettir ve devamı da sevgi ve muhabbetledir. Sevgi ve muhabbetin kaynağı ise imandır. Bu hususta hiçbir hissiyat, sevgi ve muhabbetin yerini tutamaz. Her insan muhabbetle hayatını huzurlu geçirdiği gibi dünya ve ahiret saadetini de onunla temin eder. Sevmek ve sevilmek en mühim bir hakikattir. Çünkü gönülleri süsleyip aydınlatan hep sevgi ve muhabbettir. İnsan için dünya ve ahirette en sürurlu ve en neşeli bir şey varsa o da evvela Allah’ı, sonra Resulünü, sonra peder ve validesini, sonra da millet ve vatanını sevmektir. Allah-ü Teâla Hazretleri bir hadis-i kutside buyuruyor ki:

“Çarelerin tükendiği ahiret gününde insanlar bir ümit ışığı ararlar. İşte o gün benim için birbirlerini sevenleri merhametimle himaye ederim, işlerini kolaylaştırır ve onları arşın gölgesinde gölgelendiririm.”

Bediüzzaman Hazretleri’de bu hakikate şöyle işaret eder: 

“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır.” 8

“Sevilmek istersiniz seviniz. Sevmek bilmeyenler kendilerini sevdiremezler.” sözü darb-ı mesel olmuştur.

İnsan, hem kendisini hem de bütün bir varlık alemini inceden inceye düşünür. Bir kendine bir de içinde yaşadığı şu aleme bakar ve görür ki, her iki alemde de, türlü türlü değişimler, halden hale geçmeler ve hiç durmayan bir faaliyet, bir hareket vardır. Bütün bunlar ise, hiç şaşmayan bir kanun ve ölçü dairesinde gerçekleşir. Evet, yerlerde ve göklerde canlı cansız hiçbir mahluk yok ki, bu kanuna ve Allah’ın tayin ettiği ölçülere boyun eğmesin. 

İşte her şeyin nizam ve kanun dairesinde hareket ettiğini gören o aklı başında insan, bu faaliyetler içerisinde Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kudretini görür; böylece bütün bu mahlukatın azametli yaratıcısını tam bir imanla tasdik eder ve Allah’ın lütuf ve ihsanını düşünerek ibadet ve itaate mecbur olduğunun şuuruna varır. Böylece gerçek imanı elde ederek, imanın hadsiz basamaklarında adım adım ilerlemeye başlar, ilmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîn adı verilen mertebelerde sırasıyla gezinir. Düşünen bir insan, Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine şehadet eden kâinatı ibret gözüyle seyrettikçe O’na inanmanın ve O’nu tanımanın zirvesine erişir. Allah’a karşı kendinde latif ve zevkli bir cazibe hasıl olur.

Halik’ın azamet ve kudretini düşünmekten meydana gelen haz ve lezzetten, ruhanî bir zevk ve huzur hisseder. Böylece imanı ve irfanı parıldar, kalbi Allah’ı bilmenin ve O’nu sevmenin mükemmel bir ayinesi olur. Yine o düşünen insan Cenab-ı Hakkın nimetlerinin sonsuz olduğunu görür ve der ki, “Allah-ü Teâla hiçbir mahluku nimetlerinden mahrum etmemiştir. Herkesi kabiliyetine göre memnun ve tatmin etmiştir. Dinsizin inkârı, günahkarın isyanı ve zalimin zulmü bile O’nun nimetlerini vermesine engel olmamıştır.”

İnsan çok acaib bir mahluktur. Aklı ve fikri sayesinde dağları ve taşları deldiği, yıldızları gezdiği ve deryalara hakim olduğu halde, bir mikrop ve sivrisineğe mağlup olup, onların zararlarını kendisinden def’ edemez. Ömrü boyunca keder ve ızdıraptan kurtulamaz. Ağlayarak doğar, şikayet içinde büyür, pişmanlıklar içinde yaşar… Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmiştir:

“İnsan fıtraten gayet zaîftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.”9

O halde böyle sonsuz aciz bir varlık, ancak nihayetsiz kuvvet ve kudret sahibi olan Allah’a tevekkül etmekle teselli ve huzur bulur, musibet ve dertlerden kurtulur.

İnsanın tarif edilmesinin pek kolay olmadığını söylemiştik. Bununla beraber Bediüzzaman Hazretleri yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı’nda insanın birbirinden güzel nice tariflerini yapmıştır. Bunlardan birkaçını buraya almayı uygun buluyoruz:

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur’anının âyet-i kübrası ve ism-i a’zamı taşıyan âyet-ül kürsisi ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me’zun en faal memuru ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san’atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî ve kâinat sultanının ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı ve istidadça en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtı  perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat…”

“İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in’am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hacatına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir. Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik’inden nasıl tegafül eder; ve bütün cinayetlerini bilen, hacatını gören, vaveylâlarını işiten Semi’, Basîr, Alîm, Mucîb olarak üstünde bir Rakib’in bulunmamasını nasıl tevehhüm
edebilir?”
10

Cenab-ı Hak insanı ruh ve beden denilen iki özellik üzere yaratmıştır. Bedenin yaşaması için sayısız nimetleri barındıran engin ve zengin bir kâinat var etmiştir. Dağları ve deryaları, bağ ve bahçeleri onun istifadesine sunmuş, sayısız nimetlerle onun midesini ve dilini memnun etmiştir. Ancak, bu lezzet ve zevkler her ne kadar helal olsa da ani ve fanidirler. Onun için bu alemdeki sayısız zevkler ruhu tatmin etmiyor. Çünkü onun gayesi ne maddi bir lezzet, ne de maddi bir menfaattir. O, iman, ilim, marifetle tatmin olur. Onun gayesi Allah’ın kendisinden razı olduğu bir kul olabilmektir. Onun kemali ve huzuru buna bağlıdır. O öyle bir zevk ve lezzet ister ki, elinden çıkmasın ve kendisiyle beraber ebedi olsun. O öyle bir alemde yaşamak ister ki, ahenk ve nizamı hiç bir hadiseyle bozulmasın. Onun zevk ve saadeti ancak ilimde, fazilette ve Allah’ın rızasını kazanmaktadır. Ancak bu sayede onun için ebedi saadet nurları parlar. Bundan mahrum olan bir ruh katı bir zulümat içinde kalır, keder ve hüzünden kurtulamaz. Ruhun birçok latifelerle ve duygularla mücehhez kılınması ve kâinatı ihata edecek bir vüsate malik olması gösteriyor ki, bu mükerrem mahluk, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur” ayet-i kerimesinde de buyurulduğu gibi ancak ve ancak ezeli ve ebedi bir Zat’ı tanımak, sevmek ve O’nu anmakla tatmin olur. 

Dipnotlar:

6 Tîn Suresi, ayet, 4.
7 Sözler.
8 Sözler.
9 Şualar.
10 Mesnevî-i Nuriye.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu