Azize Hemşirelerim ve Afife Kardeşlerim
İzhâr-ı fetânet ve faziletlerinizi ibraz eden mektubunuzu aldım. Sizin gibi Risâle-i Nur’dan ziyâ-yı saâdet iktibas etmiş hemşirelerimizin dinimize ait bir hakikati taharri ederek sual etmeniz, vicdanımda tasvir kabul etmeyen bir te’sir-i mânevi icrâ etti. Bu hâliniz, kalbimdeki teessür ve teessüflerimi bir derece sürura incirâr ettirdi. Doğrusu benim için güzel bir medâr-ı teselli oldu.
Zira, asırlardan beri Kur’ân’ın elmas kılıcını elinde tutan aziz bir miletin hem nâmus-u haremine hem mukaddesatına hem iman ve Kur’ân’ına hem istikâmet ve iffetine hem hürriyetine, vatan ve canına tecâvüz ve taarruz eden dehşetli dinsizlik ve komünistlik âfâtı ve bu âfâtın kalb-i umûmide açtığı hicran ve elemin, tedavisi gayr-ı kâbil bir yara gibi kan ve kin akıtarak bizzat kendi çocuklarımızın eli ile şeref ve haysiyetimizi imha ve tahrip etmek istemesi karşısında elbette ulvî vicdanlar, âlicenap insanlar muazzep olmaktadırlar. Bu müdhiş manzara karşısında bu âcizin de bir derece müteessir olması zaruridir. Fakat sizin gibi nur-i irfanla ziyadar, ümit ve cesaretle meşbû mücahidelerimizin şu iman ve Kur’an dâvâsını tahmil edip, milletin himaye ve vikayesini derûhte etmeleri, hazîn ruhuma sürur ve inşirah verdi. Nefsime medâr-ı teselli oldu. Kalbimdeki teessürleri bir derece tebessüme çevirdi.
Fedâkar Hemşirelerim, sizler -inşaallah- Risâle-i Nur’un hakikatlarını tahsil edip merhamet, sadâkat, iffet, rikkat gibi birçok mezâyâ-yı insaniyyeye mazhariyetle kalp ve ruhunuzu nurlandırıp, fikirlerinizden bir güneş gibi tulü ve intişar eden bu hakikatların kuvveti ile bu milletin mukaddes mefhumlarını kirleten, tezyif ve tahkir ile ayaklar altına alan şeytan ruhlu habise ve neciselerin rağmına, bu güzel cennetvâri vatanımızı lâtif kokulu çiçekler ile bir gülistana çevirerek, bu dünyada ecdâdımızın en sâdık bir yâr-ı vefadarı olacaksınız.
Hem, Risâle-i Nur’un sizlere kazandırdığı marifet ve hakikatların kemalâtiyle -biiznillah- dünya ve ukbâda mes’ut ve bahtiyar, hem şu memleketin kurtuluş ve saâdetine güzel bir vesile olacaksınız.
Bilirsiniz ki, bu zamanda kemalât ve fazilet, sadece fakülte kapılarından alınmıyor. Görüldü ki bu zamanın tahsili, gençlerimizi sürur ve saâdete götürecek kapasiteden mahrumdur. Sadece okullar açmakla şu memleketin terakkisini kâfi görenlerin ne kadar gaflet ettiklerini, hadiseler ne güzel şerh etmektedir. İşte pespaye gayelerin, rezilâne arzuların, bâtıl fikirlerin pençesine düşen ahlak ve faziletten mahrum, şuursuz, sarhoş, gafil, sefil ve rezil gençlik… Evet, memleketimize böyle bir görüşün faturası, pek pahalı olmuştur.
Bu kemâlin dışındaki kemâller kemâl değil, mahbûb değil, maksûd değil… Derakap zeval ile zedelenen zevkler, alâka-i kalbe değmez, muhabbete layık değildir. Fıtratan en ziyade sevimli ve muhabbetli ve en müstesna mahlûk olan insan, fıtratına bütün bütün zıt olarak fenada mahvolan bir mahbubun, bir maksudun peşinden koşsa, o mahbub onun kalbini işba edemez; çünki kalp âyine-i Samed’dir, Mahbûb-u Hakiki’den başkasını kabul etmiyor. Sonu mahcubiyet, nedamet, hıçkırık ile neticelenen herhangi bir aşk ve muhabbet, elem ve kederden başka ne netice verebilir?
Kardeşlerim, farzediniz ki saçaklı saraylarda, bahçeli kâşânelerde yahut zümrüt ve pırlantalarla tezyin edilmiş gümüş sırmalı libaslar giyen hanımlar, velev ki altun saçlı şehzâdelere refika da olsalar, eğer böyle bir hakikat ve marifete âşinâ ve mazhar olmamışlarsa, onların saâdet ve sürûrlarının kadeh içinde sunulan bir yudum şerbetten ne farkı vardır?
Kat’iyyen biliniz ki, meşru dahi olsa köşklerde, bağlarda, saraylarda, sultanlarda bulunmayan zevk ve sürur, marifette mevcuttur. Marifete aşk ve muhabbet bir derya gibidir. Bu derya içinde garkolanlar, âb-ı hayatta boğulurlar. Yani, yudum yudum hayata mazhar olurlar, nihayetsiz hayatı bulurlar. Bu derya-yı saâdetin bahtiyârâver dalgaları üzerinde sürûra müstağrak olurlar. İşte İbrahim Ethem… İbrahim Ethem’e taç ve tahtı terkettiren bu sır değil midir?
Marifetsiz bir kalp, bir gönül, bir dimağ, susuz ve hayatsız çöller gibidir. En âlâ, en nezih en mükemmel güzellik, marifettedir. Güzellik, İsm-i Kuddûs’un hakikatlarına âyine olmaktır. Nezafette, taharette, letâfette terakkî ederek tasaffî edene “güzel” denir.
Kötü hasletlerden, batıl itikatlardan, isyan ve hatalardan, bid’atlardan şiddetle içtinâp edendir “güzel”…
Takva gerdanlığını takandır “güzel”. İbadet tacını takana “Güzel” denir.
İffet ve hayâ libasını giyendir “güzel”…
Âli ve ulvî, ebedî arzularla meşbû olup, kalp ve dimağını maâliyâta çevirendir “güzel”...
Güzel odur ki, vesveselere kapılmasın. Güzel odur ki serâp-misâl arzulara takılmasın. Güzel odur ki kendini Allah’a beğendirsin, sevdirsin, gayre değil…
Güzel odur ki, behîmî arzularını kendine Rab ve İlâh kabul etmesin. Güzel odur ki, özünü Hakk’a çevirsin.
“Yandımsa, İslâm’ın derdine yandım.” diyendir güzel. Fâni umûra iltifat etmeyendir güzel.
“Ne elem, ne keder, Allah’ım var yeter.” diyendir güzel.
Evet. Evet. Sevdası, dâvası olacak güzelin.
Güzellik surette değil sîrettedir, güzellik sahte tebessüm ve gösterişte değil, ahlâk ve fazilettedir.
Hemşirelerim! Dünyevî ve uhrevî saâdet, sürur ve güzelliğin merkezi Mârifetullah ve Muhabbetullah’dır. O merkeze bağlı olmayan ve o marifette hissesi olmayan her şey, bir hiçtir. Bilirsiniz ki bir zamanlar, cihânın, sizin âbâ ve ecdâdınızın vücutlariyle fahretmesinin yegâne sebebi, onların bu merkeze bağlı ve bu merkezden nur almış olduklarından dolayıdır.
Evet, Hakim-i Ezelî, dün hikmet ve marifeti düşmanın rağmına olarak sizlerin âbâ ve ecdâdınızda cem etmişti. Bugün de o merkeze bağlanmanın, o hakikatlara yetişmenin en keskin en kısa en eslem yolu, Risâle-i Nur’un hakikatlariyle meşgul olmaktır, vakit ve fikrini onun mütalaasına hasretmektir. Evet, zarif ve nazîf bir çiçek üzerindeki bir damla su, safiyet ve şeffafiyetiyle, içinde semanın bir kısım yıldızlarını gösterip, elmas gibi parlaklığiyle cilâlı bir ayna hükmüne girerek, asumanın bediî ve âcip manzaralarını nazar-ı dikkate verdiği misillü, saf ve pâk olan kalplerinizi Nur’un hakikatleriyle tenvîr edince o kalpler, Esmâ-i İlâhiyye’nin tecellilerine zahir ve bâhir birer cilvesaz olurlar. Evet kalpler ne nisbette sâf ve şeffaf olursa, o nisbette inci-misâl o marifetlere sâdef ve cilvegâh olur.
İşte bu hakikatleri yaşayanlar ve bu hakikatlere âyine olanlar, arife olur, kâmile olur, habibe olur, mahbube olur, cennete bezek, hûrilere sultan olur. Bu hakikat ve bu manâdan ırak ve uzak olanlar, binlerce maddî imkânlar içerisinde milyonlarca sene yaşasalar bile, teselli bulamazlar ve sürûra mazhar olamazlar. saâdetlere nail olamazlar, kâmile olamazlar. Ancak habise olurlar, rezile olurlar, necise olurlar, mücrime olurlar.
Mazinin derinliklerinden tâ günümüze gelinceye kadar, beşere ait terakki ve tedenninin sebeplerini dikkatle tetkik ve tahkik edince kadınsız bir terakki ve tealinin derece-i kemâlde mevcudiyetini görüp sezemiyoruz. Evet, tarih boyunca insanlarda görünen maddî ve manevî yükselmenin kemâline mazhariyet, ancak kadınlardaki mevhibe-i Subhâniyye olan fıtrî vazifenin tarîk-i müstakimde istimal ve inkişafı ile mümkin olmuştur. Bu vazifeye hakkiyle müdrik olmayan kadınlar, nice nice yuvaların, devletlerin, milletlerin hatta imparatorlukların yıkılış ve çökülüşlerine vesile olmuşlardır. Bizans ve Roma’nın çöküşünün temel unsuru da kadın değil midir?
Görülüyor ki; Tarih boyunca birçok milletler, Adil-i Hâkim’in hanımlara tahsis buyurduğu ve bahşettiği hususiyetlere iltifat etmeyerek onların hak ve hukukunu çiğnemişler, sefil arzulan namına onların şerefli mevkilerini zîrü zeber etmişlerdir. “Saâdet” tacının bedeline, “kahr” tacını başlarına koyarak tahtlarından indirip, bahtlarını kara etmişlerdir. Kadın ile erkek arasındaki adalet ve dengeyi muvazene ve muhafaza edemediklerinden gâh ifratta, gâh tefritte kalarak o meleksîmâ sınıfın perişaniyetine sebep olmuşlardır.
O sefihler bilememişler ki terakki ve tealinin içtimaî hayatımızdaki temel unsuru ailedir. Ailenin varlığı, sürur ve sükûnu ise, iffete bakmaktadır. İffeti de islâm dini getirmiştir. Aile fertleri arasındaki emniyetin tesisi, muhabbetin sıhhat ve devamlılığı için de tesettürü emretmiştir. Hiç şüphesiz İslâm’daki tesettür, hanımların hukuk ve hürriyetlerini kısmak için değil, belki o dâmen-i ismetlerini sefîl ve kötü nazarlardan muhafaza etmek içindir. Hem tesettür, hanımların güzel meziyyet ve seciyelerini vikayeye mâtufen emrolunmuştur.
Tesettür, en büyük saâdet ve fazilettir. Çünki kadınların izzeti, namus ve iffetlerindedir. Namus ve iffeti muhafaza etmekte en eslem yol, kadın için mestûriyet ve ismettir. Erkekler hakkında da gözünü haramdan sakınmaktır. Aksi hâlde ortaya çıkacak tablonun tasvirinden ruhlar ürperir. Bu sebeple onları, gözleri ile tahakküm altına almak isteyen erkeklere karşı, kadınların hürriyet ve istiklâliyetini muhafaza için tesettür bir emr-i zaruridir. Bu sır içindir ki İslâm, kadına tesettürü, erkeğe de gözünü muhafazayı emretmiştir.
Bilirsiniz ki, iman ve marifetten sonra en büyük kemâlat, güzel ahlâktadır. Kadınlar hakkında ise güzel ahlâkın esası, hayâ ve iffettir. İşte bu hikmete binaen, bu sıfatlarla muttasıf hanımların dikiş iğneleriyle evlerinde nail oldukları ecir ve sevaba, erkekler harp meydanlarında düşmana karşı süngüleriyle ancak nail olabilirler. Demek ki kadının iğnesi, mücahit erkeklerin düşmanın bağrına sapladığı süngü gibidir.
Bakın söz sultanı (S.A.V.) ne güzel söylemiş:
“Cennet, validelerin ayakları altındadır.”
Dünyadaki bütün erbâb-ı belâğat ve fesahatten dem vuran dâhiler, bu hakikati tavsifte kelîl ve ebkem kalıp, bu fesahat ve cezalet-i rakika karşısında serfûrû etmişler ve etmektedirler. Evet… İslâmiyet, anneyi öyle bir tahta oturtmuş ki, bu tahtta marifet tâcını giyen, hilm ve hayâ libasiyle örtünen, sadâkat, zerâfet, şefkat ve tebessüm zînet ve mücevheratiyle süslenen herbir annenin ayaklarının dibinde cennet vardır.
İşte İslamiyet’in kadınlara bahşettiği makam ve mevki…
Esas olarak mevzumuzu kadın ve erkek arasındaki mukayese açısından değerlendirecek olursak, görülecektir ki, fıtrata muvafık bir suretteki terakki, bütün meşakkatleriyle birinci derecede erkeklerle kaimdir. Yani, kadınlar ile devam eden ve kadınların hıfz-ı himayesinde neşv-ü nema bulan ve kemâl derecesine ulaşan terakkinin sütunları erkeklerdir.
Muhakkak ki insanları iki cihânda huzur ve saâdete kavuşturan fazilet, marifet ve kemalât gibi en büyük hak ve hakîkatlar, nev-i beşere ancak nebiler eli ile gelmiştir. Hiç şüphesiz bu büyük hasletlerin nev-i beşerde rüsûh bulup yerleşmesinde hanımların rolü de büyüktür. Nitekim Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin davasındaki muvaffakiyet ve muzafferiyetinde büyük payları bulunan mübarek Zevce-i Tâhireleri, fedâkârlıklariyle bütün kadınlar dünyasına birer nümûne-i imtisal olmuşlardır. Bilhassa Hazret-i Hatice-i Kübrâ Validemizin Nebiyy-i Zîşân’a ve dâvasına gösterdiği fevkalâde bir refakat, muhabbet ve teslimiyetle, hususan akıllara hayranlık veren tedbîr ve feragat ile değil kadirşinas insanların, hattâ ulvî âlemdeki ruhanilerin bile takdir ve tebcillerine bihakkın mazhar olması, bu mes’elemize bir hüsn-ü misâldir, kâfî bir örnektir.
Görülüyor ki cevher-i âlâları, lâhûti bir faziletten, vicdan-ı müstesnâları, rahmani bir şefakatten yaratılan bu validelerimiz, bütün kabiliyet ve meziyetlerini Kur’ân’ın hakikatlerine ve marifet levhalarına çevirmişler, hatta akıllarını başlarından, kalplerini göğüslerinden çıkarıp, yerlerine şu marifet ve muhabbet-i ilâhiyyenin iştiyakını bihakkın yerleştirerek, onun ziya ve şulelerine misbâh ve mişkât olmuşlardır. (R.A.)
Denizden kurtarıp, milletinin necatına vesile olan Hz. Musa (as)’yı Firavun’un sarayında yetiştiren Asiye Validemiz (R.A.) gibi, sizlerin de Asya’yı sefâhet ve dalâlet dalgalarından kurtarıp sahil-i selâmete çıkarmanız, ancak ve ancak bu validelerimizi örnek alıp, herbirinizin birer fazilet feneri olmanızla mümkün olacaktır. Çünkü anladığıma göre, Asya’nın tenebbühü sizlerin teyakkuz ve intibahınıza vabestedir.
Elhasıl, tavsiyem şu ki:
Derya gibi Nur’un derinliklerinde müstetir şahdâne incileri hafızalarınıza yerleştiriniz, idrâkınızda tanzim ediniz, lisanınız ile zaman ipine dizerek nescedip dokuyunuz. Meydana gelen o marifet kumaşından sîretinize giydirerek bezetiniz. Üzerine hayâ ve iffet çarşafını örtünüz. O vakit suretinizi seyreden habîs ruhlu insî şeytanların bedeline, menâzır-ı âlânın melekleri o mübarek sîretlerinizi takdir ve tebcil ile temâşâ edip ta kıyamete kadar sizleri alkışlayacaklardır. Firdevs-i Âlâ’nın hurileri, cemâlinizi, gözleri kamaşarak temâşâ edeceklerdir. İnşaallah şu marifetlerden aldığınız ezvâk-ı mâneviyeleriniz, sizler için cennet bağlarından esen bâd-ı seherlerden daha zevkli daha tatlı olacaktır. Göreceksiniz, biiznillah…
Sualinizin cevabına gelince, evvelâ gün tahsisi bid’attır. Böyle bir tahsis, dinimizde yoktur. Ancak şu var ki, ölüye her zaman her yerde hayır ve hasenat yapılabilir.
Saniyen: Divan-ı İlahinin güzergâhları, ancak Nebiyy-i Zişan’a nazil olan düstûr ve sünnetlerden geçer. Yani, o divâna onlar ile gidilir. O mi’raç ve mirsâdlar ile urûc edilebilir. Sâdece akıl ve âdetlerin koyduğu ölçüler içerisinde yürümek, hak ve istikâmetten udûl etmektir. Hele dindeki ölçü ve esasları kâfi görmeyip de başka telakki ve fikirler ihdas etmek, dünyada fitne ve fesada, âhirette de azap ve nâra kapı açmaktan başka bir şey değildir.
Cenâb-ı Hak, kaşâne-i kalbinizi Risâle-i Nur’un marifet ve faziletlerine mazhar eylesin. Selâm eder dualarınızı beklerim.
8 Aralık 1978
Mehmed KIRKINCI