Bediüzzaman Niye Bu Dağ ve Mağarada Uzlete Çekilmişti?
Mihmandarımız Ali Çavuş ile Molla Hamid Efendi, yemek hazırlığına başladılar. Ben de hazin şırıltılarla akan, Zernebad suyuna nazır bir tepe ceğin üzerine oturdum. Kalbimde türlü türlü hisler, dimağımda çeşit çeşit hayaller, ruh âlemimde iç içe düşünceler, aklımda binbir nev’i fikirler kaynaşıyor,coşuyordu.
Yer yer zihnime bir takım istifhamlar geliyordu:
“Acaba” diyordum, kendi kendime. “Hazret-i Üstad, neden İstanbul’daki o şaşaalı hayatı terketti? Bunun sebebi ve hikmeti sadece vatanında ölme arzusu olmasa gerekti…Neden etrafını saran onca kalem ve fikir erbabını bıraktı da inzivayı seçti? Ve yine, niçin içtimaî hayattaki o çok önemli vazifeleri bıraktı da bu ıssız dağlara, boş mağaralara çekildi? Yine soruyordum: Neden Van’a geldiği halde şehirde kalmadı da uzleti tercih etti? O’na münzevî yaşamayı tercih ettiren saik ne idi? Bu dağlarda, bu mağaralarda bir sır mı, bir ilâhî muamma mı vardı? Belli ki, bir şeyler vardı, ama neydi?”
Birden düşünce ufkumda bir şimşek çaktı ve hakikatle aramdaki perdeleri kaldırdı… anladım ki, dağlar, mağaralar mübarekti, onlarda bilinmeyen bereket ve feyizler vardı. Evet dağlar ve mağaralar peygamberleri (A.S.), mürşidleri, mütefekkirleri zaman zaman misafir etmiş, muhafaza etmiş bağrına basmıştı.
Hz. Âdem (A.S.) Cennetten yeryüzüne teşrif ettiğinde mübarek ayağının ilk bastığı yer Serendip dağı olmuştu.
Hz. Nûh (A.S.) tufandan sonra maiyetiyle birlikte Cûdi dağında konaklamıştı.Hz. İbrahim’in (A.S.), peygamberliğe giden nurlu yolu da mağaradan geçmişti.
Hz. Musa’yı (A.S.) Tur dağına tecelli eden ilâhî nûr kendinden geçirmişti. İsm-i Âzam’dan ve her ismin mertebe-i âzamından gelen Kur’ân-ı Azîmüşşân, iki cihanın sultanı Hz. Muhammed (S.A.V.)’in kalbine ilk defa Nûr dağındaki Hira mağarasında tulü etmişti. Sevr mağarası da o mukaddes hicretin en tehlikeli anında Resûl-i Kibriya’yı (S.A.V.) bağrına basmıştı. Nebilere ilim ve irşadda vâris olan Veysel Karanî, İmam-ı Gazali, Abdülkadir-i Geylânî gibi birçok mürşidler de hep dağları ve mağaraları seçmemişler miydi? O inziva köşelerinde kimbilir nice nice envâra, esrara, tecellilere mazhar olmuşlardı?
Başımı kaldırdım. Karşımdaki Erek dağına baktım. Nazarları ufuklarda dolaştı. Şahikalara kondu, neticede mağarada takıldı kaldı… Acaba, o mürşidlere tecelli eden Rabbani sırlar, Üstad’ımıza bu dağda, bu mağarada mı tecelli etmişti?! Kaderi İlâhî’nin O’nu şaşaalı cemiyet hayatından alıp buralara getirmesindeki sır, bu tecellilere mazhar etmek olsa gerekti. Sanki, hikmet-i İlâhiyye O’nu, Hz. Resûlüllah’a (S.A.V.) hakiki bir vâris kılmak için yolunu mağaralardan geçirmiş, hicrete mecbur etmişti
Anlaşılıyordu ki, Bediüzzaman Hazretleri şu Erek dağını kendine mabed seçmiş, burada tefekkür ve ibadetle meşgul olmuş ve âlemi bu zaviyeden temaşa etmişti. Milyonlarca güneşleri, yıldızları bu rasathaneden seyretmişti.Yeryüzünü süsleyen şu dağları, ovaları, bayırları, birbirini takip eden leyl ve neharları, rengârenk mevsimleri sahife sahife, yaprak yaprak okumuş ve Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin, sıfatlarının, şe’nlerinin tecellilerini satır satır, nokta nokta tefekkür etmişti.
Molla Hamîd Efendi’nin beni sofraya çağırmasıyla bu haletten ayrıldım. Yemeğimizi yedik. Arkasından, bir çay sohbeti başladı. Sohbetimizin mevzuu yine Bediüzzaman’dı. Ali Çavuş:
— Hocam, şu anda çayımızın kaynadığı bu ocakta muazzez Üstad’ımızın misafirlerine nice çaylar demlemişiz. Şu çimenlikler üstüne nice sofralar koymuş kaldırmışız. Kendisiyle birlikte nice namazlar eda etmiş, O’nun, nice niyazlarına ‘Âmin’ demişiz. Nice sohbetlerinde bulunmuş, nice derslerini dinlemişiz, dedi. Hamid Efendi’nin gözleri yaşarmıştı. Teessüründen bir iç geçirdi ve dudaklarından:
— Hey Aziz Üstad, bir zamanlar buralarda beraberdik. Şimdi kimbilir nerelerdesin, kimlerlesin,.. sözleri döküldü.
Her ikisi de çok hislenmişlerdi. O günleri sanki yeniden yaşıyorlardı. Onların bu halleri beni de duygulandırdı. Ben de o hâdiseleri hayalen yaşadım.Bir süre konuşmadık. Sessizliği bozan ben oldum:
— Hiç düşündünüz mü, dedim, Peygamberlerin ve onların vazifesini deruhte eden büyük mürşidlerin, müceddidlerin dağları ve mağaraları seçmelerindeki hikmet nedir? Sualime yine kendim cevap verdim:
— Evet, dedim. Bu dağlara, mağaralara gidenler, dönüşlerinde insanlığı, küfür, dalâlet ve cehalet karanlıklarından kurtaran nurlar getirmişlerdir. Saadet ve selâmet, gaye ve dâva, fikir ve düşünce getirmişlerdir.
Molla Hamid Efendi:
— Evet, Hocam dedi. Doğru söylüyorsun ama, Üstad’ımız, bu millete ve bu devlete yapmış olduğu cihanbaha hizmetlere mukabil, takdir ve tebrik yerine tahkir ve tezyif gördü. Hâlâ da görmeye devam etmede.
— Haklısınız, teessürünüzü çok iyi anlıyorum, dedim. Fakat, şurası da bir gerçektir ki; gerek peygamberler, gerekse onların hakiki vârisleri olan müceddidler, mürşidler, müçtehidler küfürden, dalâletten ve sefahetten kurtarmaya çalıştıkları insanlardan çoğu kere, takdir yerine tahkir görmüşler, işkencelere maruz kalmışlar ve vatanlarından sürülmüşlerdir. Dağların ve şahikaların şimşekleri, fırtınaları, üzerlerine çekip yağmuru bağ ve bahçelere vermeleri gibi peygamberler ve mürşidler de musibetleri, meşakkatleri yüklenmişler ve insanlığı fırtınalı kışlardan çıkararak asude baharlara ulaştırmışlardır. Demek ki, muazzez Üstad’ımızın sürgünlere, hapislere, zindanlara maruz kalmasının nice hikmetleri varmış.
Biraz heyecanlandılar ve şöyle dediler:
— Doğru Hocam. Demek ki, elimize ulaşan bu hicretin bereketiymiş.
— Evet, dedim. Hakikaten de bu eserler, o hicretin bereketidir. Bu dağda, bu mağarada, Üstad’ımızın ruh dünyasında, fikir âleminde birer çekirdek olarak teşekkül eden hakikatlar, Isparta’nın bahçelerinde Barla’nın bağ ve dağlarından Risale meyvelerini vermişler…
Bu izahlarımdan fevkalâde memnun ve mesrur oldular.