Küllî Muhatap
Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerini Kur’an’dan okuyup, kâinatta tatbik ve tefekkür etme istidadı insana verilmiştir. Şöyle ki:
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın bir Kadir-i Zülcelâl olduğunu Kur’an’la öğrendikten sonra, kendisine verilen cüz’i kuvvetin yardımıyla, umum kâinatın her an nihayet sühûletle tedbir ve idare edildiğini tefekkür edebiliyor. Herhangi bir hayvan veya nebat da bu küre-i arz üzerinde seyahat ettiği ve güneşten istifade ettiği halde, bu keyfiyeti bilemiyor ve anlayamıyor. Çünkü küllî muhatab değildir.
Aynı şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın bir Âlim-i Küllişey olduğunu Kur’an’la fehmeden insan, bu kâinatta cereyan eden had ve hesaba gelmez hâdiselerden her birinin bir ilim ve hikmetle yapıldığını ve hiçbirinin tesadüfe havalesine imkân bulunmadığını temâşa edebiliyor. Kendisine verilen cüz’i ilim, onu bu mes’elenin muhatabı yapıyor.
Cenâb-ı Hakk’ın diğer isimlerinin tecellilerini de aynı şekilde tefekkür edebilen insanlar, isimlerden sıfatlara yanaşabiliyor ve sıfat-ı İlâhiye’yi bilebiliyorlar. Ve nihayet, Hâlik-ı Küllişey’in Zat-ı Akdes’inin varlığını idrak edebiliyor ve O Zat-ı Akdes’ini ancak kendisinin bileceği hakikatine varabiliyorlar.
Bütün bu hâl ve keyfiyetler gösteriyor ki, küllî muhatab ünvanına ancak insan nev’i mâsadak olabiliyor.
Sultan-ı Kâinat, küllî muhatab olarak halkettiği bu insan nev’ine, Kur’ân-ı Kerîm’iyle emir ve nehiylerini ferman buyurmuş ve bu şerefin azametini idrak eden mü’minler de Kur’ân’a sımsıkı sarılarak küllî muhatab olmanın zevkini cennette kemâliyle tadmaya namzed olmuşlardır.