Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım?

Risale-i Nur’da Mevzua Göre Değişik Üsluplar Kullanılmıştır

Risale-i Nur, âli ve çok yüksek hakikatların izahı olduğundan, Bediüzzaman Hazretleri, mevzuun ulviyetine binâen, makam iktizası olarak eserlerinde, haşmet, kuvvet ve heybeti tazammun eden uslûb-u âliyeyl ihtiyar eder. Bununla beraber konunun hususiyetine mutabık olarak, yer yer üslûb-u müzeyyene ve üslûb-u mücerredi de ihmal etmez. Hangi üslûbu kullanırsa kullansın, ifadelerinden itidali muhafaza eder. Makamın istidat ve kabiliyeti nisbetinde, teşbih ve temsile yer verir. Hisse canlılık, hayale renklilik kazandırırken, hakikati merkezinden oynatmaz. Mânâsının tabiatı ve makamın istidadına uygun olarak lâfza ziynet verir. Bu noktayı “Muhakemat” adlı eserinde şöyle ifade buyurur:

Lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla…ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla üslûba parlaklık vermeli fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misâl olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.” (Muhakemat, İkinci Makale / Usuru’l-Belagat)

Bazen makamın icabı olarak, bakarsınız ki, kelâmda israf ve tekellüften şiddetle kaçınarak, sade ve fıtri bir üslûbu ihtiyar eder. Bu üslûba şu parçaları misâl gösterebiliriz:

Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme!.. Çünkü: Sultan-ı kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulsan her matlûbunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.” (Mektûbat, Yirminci Mektup)

“… İhtiyarın, cüz’î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak’ın kudretine îtimad et. Hayatın az ise; hayatı bakiyeyi düşün. Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nûruyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misûlû sana ışık verir.”

“Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” (Sözler, Otuz İkinci Söz)

Üslûb-u müzeyyeneye de Nurlardan iki misâl vermekle iktifa edelim:

Bak şu kâinat bostanına, şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et! Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâl’in, bir Fâtır-ı Zülcemâl’in o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnûu üstünde Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsus bir sikkesi ve herbir mahlûku üstünde sâni-i Küll-i Şey’e has bir hâtemi ve kalem-i kudretin birer menşuru olan sahaif-i leyi ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde taklid kabul etmez bir turra-i garrâsı vardır.” (Sözler,  Yirmi İkinci Söz).

Bağistan-ı kâinattaki ecram ve mevcudat ve küre-i arz bahçesindeki nebatat ve hayvanat ve eşcâr ve nebatatın başlarındaki ezhâr ve semerat; nihayet derecede yüksek bir sadâ ile şehadet eder, ilân eder, derler ki: Bizim Hâlık’ımız ve Musavvir’imiz ve bizi hediye veren Kadir-i Zülcemâl Hâkim-i Bîmisâl, Kerîm’i Pürneval her şeye kadirdir. Hiçbir şey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler, yıldızlar birdir Küllî, cüz’i kadar kolaydır. Cüz, küll kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattır. Küçük, büyük kadar san’atlıdır.. belki san’atça; küçük büyükten daha büyüktür.” (Mektûbat, Yirminci Mektup)

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’da bazen lâtif bir üslûbu ihtiyar eder. Kelâmın selâset ve rakikliği, letafet ve ahengi, bâd-ı sabânın esişinden daha lâtiftir. Bu üslûbun gönüllerde meydana getirdiği te’sir ve sürür; bir nehrin akış ve temaşasından daha tatlıdır. O üslûb, Cennet çiçeklerinin üzerinden esip gelen bir nesim gibi, ruhlara taze bir hayat bahşetmektedir. Aşağıdaki ifadeler, bunun canlı bir timsalidir:

“… Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlahi ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür…” (Mektûbat, Yirminci Mektup)

Risale-i Nurların ifadesinden bazen öylesine bir heybet ve beyanından öylesine bir haşmet ve celâl tezahür eder ki, bir taraftan kalblere çöken kat kat yeis ve zulûmat perdelerini parçalarken, diğer taraftan, hüşyâr kalbleri cûş-u huruşa getirir.

Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!..”

“Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’an’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.”

“Kur’an’ın mecrasından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âbı hayat olan Hakikat-ı İslâmiye sularını akıtınız.”

“O hakikati İslâmiye suları ile bu topraklarda îman ziyası altında hakiki medeniyetin fen ve sanat çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşâallah…” (Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı)

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!..”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti…”

“… Sonra, ben cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)

Bâzan da nazım-nesir arası kendine mahsus apayrı bir üslûp kullanır. “Lemeat” adlı eserini bu üslûp ile telif etmiştir. Bu eserden sadece iki misâl takdim edelim:

Sivrisinek gözünü halkeyleyendir mutlaka, güneşi hem kehkeşi halkeylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, manzûme-i şemsiyyeyi nazmeylemiş.

Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.” (Sözler, Lemeât)

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziyâ-yı kalbsiz olmaz nür-u fikir münevver.”

“O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.”

“Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.”

“O içinde bulunmazsa, o şahm-püre göz olmaz; sende bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.”

“Ger fikret-i beyzâda süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.” (Sözler, Lemeât)

Hâsılı, Risale-i Nur’un üslûb ve mantığı cidden bediîdir, âcibtir…

Pek çok edibler, ifadeleri seyyâl ve zihinleri seriü’l-intikal olmadığından, yeknesak bir üslûbun kıskacında kıvranır dururlar. Hâlbuki Bediüzzaman, üslûbunda en hâkim unsur olan mantığı kaybetmemek şartıyla mütenevvi üslûb kullanır. Hattâ konuya hissi bir akış, ince bir ruh, kalbî bir bakış hâkim olsa bile, yine hislerin kontrolü, müteselsilen akıl ve mantığın elindedir.

Bediüzzaman Hazretleri hakikatin, ruh ve kalbin üzerindeki mugaddi te’sirlerini göz önüne alarak, eserlerinde kalbî daireden tut, tâ hayat-ı içtimaiyyenin en geniş dairelerine kadar taallûk eden mesaili dile getirir. Ele aldığı hakikatlar, lâfız ve saf şuurlara damlar ve bir iksir-i manevî halinde hisleri sararak, ruhları galeyana getirir.

Elhâsıl, Risale-i Nur, yukarıda ancak bir kısmını yazabildiğimiz faik hususiyetleriyle, küfrün ve dalâletin şahs-ı mânevisi karşısında, iman cephesinde sarsılmaz bir şahs-ı manevî te’sis eylemiştir. Bu şahs-ı manevînin tam bir sebat ile sürdürdüğü hizmet ve gayretler, biiznillah, semere verecek ve istikbalde en yüksek, gür seda, imanın ve İslâm’ın sedası olacaktır. İnşâallah…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu