Üstad’dan Risale-i Nur’u Anlamam, İhlâs ve Sadakatla Hizmet Etmem İçin Dua İstemiştim
Yine camiye giderek ikindi namazını kıldık. Sonra Rüştü Efendi bizi bir kenara çekerek:
— Aman dikkat edin. Bizi takip edebilirler. Üstad’ımız göz hapsinde tutuluyor. Beni uzaktan takip edin. Polisler Üstad’ı ziyarete gittiğinizi anlarlarsa, tutup sizi karakola götürürürler, sıkıntı verirler, dedi.
Bu tenbihatları yapan Rüştü Efendi önümüze düştü. Biz de arkasından onu takip etmeye başladık. Ana caddeden sokaklara daldık. Sanki ayaklarımızın ucuna basa basa yürüyorduk. Kıvrım kıvrım sokaklar bitmek tükenmek bilmiyordu. Rüştü Efendi, önce biraz güneye gidiyor, birkaç sokak geçiyor, sonra batıya doğru çark ediyor, biraz yürüdükten sonra bu defa doğuya dönüyor. Hızla yola koyuluyordu.. Yaptığı şey ustaca bir taktik, bir şaşırtmacadan ibaretti. Bunu anlamıştık.
Biz Rüştü Efendi’nin peşi sıra sürüklenirken, aklıma ilk Müslümanlardan Ebû Zerr (R.A.) geldi. O da uzaklardan Mekke’ye gelmişti. Resûlüllâh’ı (S.A.V.) görecekti. Fakat O’nun (S.A.V.) yerini bilmiyordu. Korkusundan kimseye de soramıyordu. Günlerce bekledikten sonra neticede O’nu (S.A.V.) tanıyan birisine rastlayabildi. Rastladığı sahabe Hz. Ali (R.A.) idi. Peşine düştü. Erkam’ın evine gitmek üzere Mekke’nin büklüm büklüm sokaklarında uzun süre dolaştılar. Ebû Zerr geriden gidiyordu. Ne olur ne olmaz, bir müşrik yollarını kesebilir, başlarına olmadık işler açabilirdi.
Sonunda, Rüştü Efendi bir evin önünde durdu, bize bir baş işareti yaptı ve kapıyı çaldı. Adımlarımızı yavaşlattık. O, kapı açılır açılmaz içeri daldı. Biz vardığımızda aralık bırakılan kapıdan kendimizi hemen içeri attık ve bizi beklemekte olan Rüştü Efendi ile birlikte bir merdiveni tırmandık. Merdiven başında, bizi gür kaşlı, heybetli biri karşıladı. Rüştü Efendi bizi tanıştırdı. Bu zât, gıyaben çok iyi bildiğimiz meşhur Tahir Ağabey’di. Siyah ve gür kaşları aşağıya doğru sarkıktı. Heybetli ve celâdetliydi. Bir o kadar da tevazu ve mahviyet sahibiydi. Fevkalâde edebliydi. Celâl ve cemâl, sanki onda birlikte tecelli etmişti. Ankara’dan getirdiğimiz formayı kendisine takdim ettik. Formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyecanlanıp sıkılarak huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad’a bu mektubu yazmış ve kendisinden “Risale-i Nur’u anlama ve son nefesime kadar ona ihlâs ve sadakatla hizmet etme hususunda dua” istirhamında bulunmuştum. Tahir Ağabey, elinde forma ve mektupla Üstad’ın odasına girdi. Birkaç dakika sonra geri döndü. Bizi bir salona aldı ve;
— Üstad’a söyledim, sizinle görüşmeyi kabul etti. Biraz bekleyin kendisi teşrif edecekler, dedi.
Beklemeye koyulduk. Salon oldukça sadeydi. Yere serilen kilimler, tahta zemini tam örtememişti. Hayalimde canlandırdığım -zemini Isparta halılarıyla örtülü ve kıymetli eşyalarla süslü- salondan hiç eser yoktu. Duvarın dibinde bir tahta sedirden başka üzerinde oturulabilecek bir eşya göze çalmıyordu. Duvarlar çıplaktı. Kısacası salon çok mütevazıyâne döşenmişti. Fakat bu mütevazı odada insana huzur ve ferahlık veren ve sultan saraylarında bile emsali bulunmayan bir derûnî hava vardı. Yorgunluklarımı, endişelerimi ve bütün sıkıntılarımı unutmuştum. Şimdi, hayatımın en bahtiyar ve nûranî, en huzurlu bir anındayım. İşte, ben böyle mes’ud bir halet-i ruhiye içerisindeyken, kapı hafifçe aralandı ve mâvera-i ufuktan gönlümün semasına bir bedr-i münir doğdu. Ve işte Bediüzzaman Hazretleri salona teşrif buyurmuştu.
Ayağa fırladık. Elini öptük. Tebessümle taltif buyurdu ve “Hoşgeldiniz!..” dedi. Oturduk. Mektubu, okuması için Tahir Ağabeye verdi. Tahir Ağabey mektubu açarken, Üstad’ımız Erzurum’a Cihan Harbi’nden önce geldiğini, Kurşunlu Camii Medresesi’nde bir ay kadar kaldığını, âlimlerle sohbetlerde bulunduğunu anlattı. Daha sonra Tahirî Ağabey mektubumu Üstad’a okudu. Üstad’ımız mütebessimâne dinlediler ve duada bulundular…