Ruh-Beden Münasebeti
İnsanı, ruh ve beden olmak üzere iki ayrı mâhiyetten halkeden Cenâb-ı Hak, bunlar arasında, akılları hayrette bırakan bir münasebet te’sis etmiştir. Şöyle ki:
Hâlik-ı Hakim, insanın ruhuna nutuk, beyan, tefekkür gibi kabiliyetler vermiş; bedenini ise, bu kabiliyetlerin her türlü inkişafına müsait kılmıştır. Meselâ, ağız, harfleri yanyana getirip, kelimeler, cümleler hâlinde ifâde eden, böylece fikirleri dışarıya aksettiren çok hârika bir konuşma mekanizmasıdır. Bu mekanizmadaki dudakları, dişleri, damakları, ses tellerini ve dili manâlı bir şekilde hareket ettiren ruh ile beden arasındaki bu münasebettir.
Bir terzinin elbiseyi insan bedenine göre biçip dikmesi, bir mühendisin binayı içinde oturacak kimselere göre plânlayıp yapması gibi, Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak da, bütün hayat sahiplerinin bedenlerini, ruhlarına en uygun biçimde nescetmiş, en münâsip tarzda yaratmıştır.
İnsanoğlu tavuklara kümes, kanaryalara kafes yaptığı gibi, O Hakîm-i Kerim de her bir nevi hayvanın ruhuna, onlara en münasip ve istifadelerine en müsait cesetler giydirmiştir. Arslam haşin ruhu ile kuvvetli bedeni ve keskin dişleri arasında tam bir münasebet olduğu gibi, bülbülün hassas ruhuyla nâzik bedeni, narin tüyleri, tatlı sesi arasında da yine tam bir tenasüb vardır.
İnsan hayatı, hayat tabakalarının en mükemmeli olduğundan ruh-beden münasebeti de en güzel şekilde, yine onda tezahür etmiştir. Bedendeki her âzâ, ruh için, en güzel surette, en faydalı şekilde, en münasip yerde yaratılmıştır. İnsanın gördüğü bütün işler, ortaya koyduğu bütün san’atlar, telif ettiği bütün kitablar hep bu hârika münasebetin mahsulüdür. İlim ve irfan sahibi bir insanın ruhundan, elindeki kâlem vasıtasıyla ölçülü sözler, faydalı bilgiler, hikmetli hünerler, dünya ve âhiret mutluluğuna götüren esaslar dökülürler.
Evet, ruh birçok kabiliyetlere sahiptir, ancak bu kabiliyetlerini, kendisine giydirilen beden sayesinde ortaya koyabilmektedir. Meselâ, el ruhtaki yazı yazma ve diğer san’atla ilgili kabiliyetleri ortaya koyar, gösterir. Eğer el, buna müsait olmasaydı, ruhun kabiliyetleri bu noktada nasıl inkişaf edecekti? İnsan ruhu, bu kabiliyeti ile birlikte, faraza bir devenin bedenine yerleştirilseydi, belki helak olacaktı. Zira dimağıyla ince şeyler düşünüp plânladığı halde, okuyup yazamayacak, kürsüde ders veremeyecek, minbere çıkıp hutbe okuyamayacak, hiçbir san’at dalında maharet gösteremeyecekti. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, ruhu kim yaratmış ise, bedeni de O yaratmıştır.
Ruh-beden münasebeti konusunda bir hususa daha temas edelim:
Ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değildir; bitişik olmadığı gibi, ayrı da değildir. Bir şeye dahil veya hariç olma, cisim ve maddenin özelliğidir. Ruh ise, maddeden mücerred bir cevher ve lâtife-i Rabbaniye’dir. Bu hakikata bir misâl:
Bilindiği gibi, elektrik, ziyâya dönüştüğü avizeye dâhil olmadığı gibi, hariç de değildir. Hariç değildir; çünkü elektriğin ışığı onda tezahür etmektedir. Dâhil de değildir; zira avize kırıldığında, onun parçalarında elektrik bulunmaz.
Bir başka misâl:
Bir fabrikadaki bütün âlet ve çarkları çalıştıran elektriktir. Elektrik, kesilince, faaliyetin duracağı muhakkaktır. Cereyan, o fabrikaya vücud veren maddelere dahil değildir. Zira aynı fabrikanın çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o olduğundan, elektrik o âlet ve çarkların haricinde de değildir. Çünkü fabrikaya hareket veren odur.
Ruh, bedenin tamamını idare eder. Bedenin her yerinde mevcuttur, bölünmez ve parçalanmaz. Eli çalıştırır, ayağı yürütür; gözden bakar; dilden söyler, kulaktan işitir, yâni, bütün azalarda tasarruf eder. O, bizatihi kâimdir, dâimdir. Herhangi bir uzvu kesseniz, ruha hiçbir noksan ve zeval ârız olmaz. Cesede fena ve yokluk da arız olsa, o yine varlığını devam ettirir.
Ruh, tecezzi ve inkisam etmez; yani ruh, insan bedenini bölünmeden ve parçalanmadan idare eder. Ruh için, beden ülkesinde uzak-yakın farkı yoktur; bütün ihtiyaçlara aynı anda cevap verir; bütün hücreleri birlikte ve bir anda idare eder.
Bu hakikati bir temsil ile izaha çalışalım:
Hayâlen bir karaciğer hücresine girdiğinizde, o küçük menzilin bir şehir gibi idare edildiğini görürsünüz. O şehirde tanıştığınız atomlardan birisine, o memleketin kim tarafından ve nasıl idare edildiğini sorarsanız, şöyle bir cevap alabilirsiniz:
“Bu şehirde her işin muntazam yapıldığını, her ihtiyacın en iyi şekilde karşılandığını hayretle seyrediyorum. Lâkin bu derece geniş bir sarayı hatasız, yanlışsız idare eden ve sadece adının ruh olduğunu bilebildiğim o sultanın zâtı hakkında hiçbir şey söyleyecek durumda değilim.”
Ruhun tasarruf ettiği sahanın sadece o surlarla çevrili dar menzilcik olduğunu zanneden o atomun elinden tutup bedenin bütün hücrelerini gezdirirseniz, hayreti her menzilde bir kat daha artacak, bu uçsuz bucaksız âlemi tek başına idare eden ruha imanı, marifet ve muhabbeti gittikçe ziyâdeleşecektir. Eğer fıtratı bozulmamışsa, şu sözlerinizi göz ve baş üstüne kabul edecektir: Bu beden ülkesinin yegâne sultanı olan ruh, her hücrenin yanında hâzırdır, fakat hiçbir hücreyi de kendine mekân tutmamıştır. Ona göre, bedenin uzağıyla yakını, organların büyüğü ile küçüğü farketmez. Bütün işleri birden görür, bütün ihtiyaçlara aynı anda yetişir. Ruh, bu ülkedeki her organı bizzat idare eder. Bedeni istediği yere götürür, gezdirir, dilediği işte çalıştırır.
Bediüzzaman bu hakikatı veciz bir şekilde şöyle ifade eder:
“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a’zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.” 14
Dipnotlar:
14. Sözler.