Üstad’in Dersi Kâinata Yeni Bir Bakış Açısı Kazandırmıştı
O geceyi zevk ve neş’e içinde geçirdik. Sabahleyin kahvaltı yapmak üzere bahçeye indik. Yeşil çimenler üzerine kilimler serilmiş, minderler konulmuş ve güzel bir Şark sofrası hazırlanmıştı. Mevsim bahardı. Hava musaffa, afâk mütevessi, eşya mütebessimdi. Baş ucumuzdaki yaprakların hemhemeleri ve kuşların cıvıltıları soframıza ayrı bir renk katıyordu. Yanıbaşımızda bir dere gürül gürül akıyor, bahar rüzgârı da tatlı tatlı esiyordu.
Kahvaltının sonunda, “Bu güzel manzaraya tercüman olacak bir ders okuyalım.” denildi ve Otuz Üçüncü Söz’ün Yirminci Penceresi okundu:
“Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara, yerden dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü Onlara terettüp eden âsâr-ı Rahmet olan faidelerin ve semerelerin şelıadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki; bir Rabb-i Hakîm’in teshiriyle ve iddihariyledir ve kaynamaları ise, O’nun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.”
…
“Şimdi çiçeklere, meyvelere bak… Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîm’in, bir Mün’im-i Rahîm’in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir. Şimdi kuşlara bak!.. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delili kat’î ise hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.”
“Şimdi bulutlara bak!.. Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise; hâli bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki; o şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmetdardır ki; bir Rabb-i Kerîm’in emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki; ‘Sizlere müjde, geliyoruz!..’ mânâsını ifade ederler.”
Kahvaltıyı müteakip, Üstad’ın kaldığı yerleri ziyaret etmek üzere yola koyulduk. Dersin te’siri bütün şiddetiyle üzerimizdeydi. Okunan hakikatlar ruhumu, aklımı ve bütün hissiyatımı te’siri altına almıştı. Üstad’ın, hele o “bak, bak” diye ikazları beynimde şimşek gibi çakmıştı. Yol boyunca, dersin bana kazandırdığı yepyeni bakış açısıyla etrafı temaşa ediyordum. Sanki herşey süslenmiş, bezenmiş ve güzelleşmiş, nazarımda resm-i geçit yapıyordu. Asuman şaşılacak kadar saf ve ufuklar insanı hayrete düşürecek kadar sakindi. Bu ulvî manzaralar karşısında, hislerim, duygularım, latifelerim, engin denizler gibi coşuyor, dalgalanıyordu.
Yamaca oldukça tırmanmıştık. Ali Çavuş, az ilerdeki bir tepeciği göstererek, “Bazen Üstad’ımız bu tepecikte otururdu.”, dedi. Dinlenmek üzere o tepecikte bir süre oturduk. Köy, hayli aşağılarda kalmıştı. Görüş ufkumuz genişlemişti. Her taraf bahar güneşinin ziyâsıyla âdeta neş’eleniyordu. Zemin,gelincikler, papatyalar, menekşeler ve binbir çeşit çiçeklerle donanmıştı. Bu İlâhî san’at eserlerini seyrederken her birisinde birer mühr-ü Rabbanî okuyordum. Her şeyden kendine mahsus bir teşbih sadâsı yükseldiğini hisseder gibi oluyordum.
Yolumuza devam etmek üzere ayağa kalktığımızda, şu hissiyatımı yol arkadaşlarım Üstad’ın güzide talebelerine açtım:
“Öyle sanıyorum ki, kâinatı ve ondaki hâdiseleri şu okuduğumuz Yirminci Pencere’den seyrederken herhangi bir ferd, Üstad’ın o bediî duygularına mutlaka hissedar olur. Böylesine muhteşem, böylesine latif tefekkür levhalarından mütehayyir olmayan bir akıl, tefeyyüz etmeyen bir kalb düşünülemez. İnsan, şu kudret mu’cizelerini temaşa ettikçe Hâlık’ına secdeye kapanmaktan kendisini alamaz.”
Arkadaşlarım da, “Evet, evet!..” diyerek fikrime iştirak ettiler.